yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

Gündüz Apollon Gece Athena’nın Yönetmeni Emine Yıldırım: “Evet, Hüseyin’e borcum var!”

2024 Tokyo Film Festivali’nde En İyi Film ödülünü kazanan Gündüz Apollon Gece Athena, yönetmen Emine Yıldırım’ın ilk uzun metraj filmi olmasına rağmen Türkiye sinemasında tür sinemasına cesur bir adım atıyor. Fantastik ve büyülü gerçekçi ögelerle örülü bu anlatı, Atıf Yılmaz’ın Ah Belinda ve Arkadaşım Şeytan gibi filmlerini hatırlatan muzip ama gerçeklikten kopmayan bir evren kuruyor. Türkiye’de ilk olarak İstanbul Film Festivali’nde yer alan film, SİYAD jürisi, En İyi Film Ödülü’nü aldı. Şimdi de Adana Altın Koza Film Festivali’nde Ulusal Uzun Metraj Film yarışmasında yarışacak. Ayrıca 26 Eylül Cuma günü de gösterime giriyor.

Fantastik ögeleri mizahla harmanlayan film, bir yandan Türkiye’nin politik ve kültürel hafızasına göndermelerde bulunurken, diğer yandan karakterlerin kişisel travmalarını ve annelikle kurdukları karmaşık ilişkileri merkezine alıyor. Side antik kentinde geçen hikâye, ölülerle konuşabilen Defne’nin annesinin hayaletini arayışını konu alırken; ona eşlik eden hayalet karakterler Hüseyin, Nazife ve antik bir rahibe…

Film, “mommy issues” gibi psikolojik bir temayı ne sömürüyor ne de karikatürize ediyor; aynı şekilde ne gerçekliği elden bırakıyor ne de fantastik muzipliğini. Karakterlerin iç dünyaları, hikâyenin mizahını ve duygusunu belirleyen temel unsur haline geliyor. Özellikle Hüseyin karakteri hem toplumsal hem duygusal olarak izleyicinin en çok bağ kurduğu figürlerden biri. Yıldırım’ın hikâyeyi Hüseyin’le bitirmemesi, izleyicide bir eksiklik hissi yaratıyor belki ama bu tercih, anlatının didaktik bir sona hapsolmasını da önlüyor. Emine Yıldırım hikâyenin Hüseyin’le bitmesi gerektiği beklentilerine “Evet, Hüseyin’e borcum var” diyerek cevaplıyor. Emine Yıldırım yaptığımız bu röportajda hem fantastik tür sinemasına duyduğu tutkuyu hem de bu projeyle aldığı yaratıcı riskleri anlattı.

Gündüz Apollon Gece Athena Türkiye sinemasında pek sık rastlamadığımız fantastik türde bir film. Örnekleri Atıf Yılmaz sinemasında var fakat çok da örneği olmayan bir tür sineması. Risk alıyorum diye düşündün mü hiç?

Açıkçası çok riski vardı. Yapımcım Dilde (Mahalli)’yle bunun çok da denenmemiş olduğunun farkındaydık. Türkiye sinemasından çok fazla referans alamayacağımız bir türde bir iş yapacağımızı biliyorduk. Bu yüzden biraz riskliydi. Ancak bir taraftan da ikimizin kişisel zevkleri var. İkimiz de tür sinemasını seviyoruz, fantastik filmleri seviyoruz, bilim kurguya bayılıyoruz. Bu tür sinemasının bence en güzel tarafı, bir şeyi metaforik olarak anlatabilme aracına dönüşmesi. Bir şeyi doğrudan söylemeden, birinin yüzüne vurmadan, başka bir şekilde anlatabiliyorsun ve bu benim çok ilgimi çekiyor. Çünkü ben, kişisel olarak, son 20 senede Türkiye arthouse’undaki “sosyal gerçekçilik” akımına çok saygı duymakla beraber, bu tür benim çok yöneldiğim bir alan değil. İzlemeyi seviyorum ama kendim yapabilir miydim bilmiyorum. Açıkçası böyle bir şey yapsaydım kendime biraz ihanet etmiş olacaktım.

Ben hep biraz mizahı arıyorum, hafiflik arıyorum. Italo Calvino’nun bir “hafiflik” tabiri vardır ya, bir şey ferah ve hafif olabilir; bu sığ olacağı anlamına gelmez. O yüzden biraz o tarafa yöneldim ve en sonunda risk almaya karar verdim. Çünkü bir taraftan da film çektiğinizde hayatınızın beş senesi buna gidiyor. Çok emek var, çok para harcanıyor. Şimdi ben hayatımın beş senesini içimden gelmeyen bir şey için niye harcayayım diye düşündüm. Dedim ki, ben böyle bir şey yapmak istiyorum. Bu, mutlu olacağım bir şey. Evet, belki karşılık bulmayacak. Belki kucaklanmayacak ama ne yapalım. Kendime ihanet etmeyeyim diye düşündüm. Ama evet, zordu. Çünkü Türkiye sinemasında fantastik ögeler içeren filmler var ama bir tür olarak bu kafada çok fazla örnek yok. ’80’lerde Atıf Yılmaz’ın komedilerindeki o absürt yapıdan çok etkilendim. Daha doğrusu, onun varlığı bana güç verdi.

Sadece fantastik değil, mizahı da bırakmayan bir yanın var. Hatta kendin de stand-up yapıyorsun. Bunun ne kadar etkisi oldu?

Çok etkisi vardı, çok besledi. Ben zaten hayatım boyunca mizahı çok seven bir insanım. Mizahı seviyorum çünkü mizah da öyle bir şey; bir şeyi tatlı tatlı söyleyebiliyorsun ama acıyı da söyleyebiliyorsun. Haklı şekilde acıyı da aktarabiliyorsun. Dolayısıyla mizahın çok etkisi oldu. Zaten en başından beri bunun biraz mizahlı olmasını istiyordum. Senaryoyu öyle tasarladım. Bir taraftan da biz aslında mizah dolu bir toplumuz. Şu anda hayatı mizahla atlatabiliyoruz. Mizah hiçbirimize yabancı değil.

Filmde birden fazla karakterin annesiyle kurduğu karmaşık ilişki dikkat çekiyor. Ama bu “mommy issues” denkleminin dışında sadece antik rahibe kalıyor, onun dahil olmaması bilinçli bir tercih miydi? Bu karakterin dışarıda kalması neyi temsil ediyor?

Rahibeden başlayayım. Rahibe evet, biraz ayrıksı duruyor ama temsil ettiği şey daha büyük bir analık; Kibele, ana tanrıçalık, “great mother”, büyük “Magna Mater” dediğimiz bir şeyi temsil ediyor. Daha büyük ve toplumsal bir şeyi. Temalardan biri de farklı annelik halleri. Ortada ideal bir annelik yok. Anne olmak istemeyen var, anne olamamış ama olmak isteyen var, annesini sevip ona öfkeli olan var. Aslında birçoğumuz gibi. Bu çok önemliydi. Hüseyin’de ise başka bir toplumsal uzam var. Bunların hepsi bilinçli yapıldı.

Neden annelik?

Çünkü bizi en derin, belki arketip olarak en çok toprağa, hayata bağlayan mevzu annelik. Dolayısıyla benim de kendi annemle ilgili düşündüğüm şeyler var. Mesela hep şunu fark ediyorum: Aslında bu filmi annemin farklı bir hayatı olsa ne olurdu diye düşünerek tasarlamışım. Sonradan fark ettim. Çünkü onun da başka bir hayatı olabilirdi. Kendi kariyeri olabilirdi. Bu soruları vardı aklımda. Bize bunu kötü hissettirmedi ama yaşım ilerledikçe anladım ki bu kadının da kendi hayatı olabilirmiş. Dolayısıyla bütün bu katmanlı halleri, anne olmak, ideal annelik, kutsal annelik gibi kavramları sorgulamak istedim.

Karakterlerin çoğu hayalet ve aslında senin de bahsettiğin gibi o toplumsal gerçekliği metaforik olarak hayaletler üzerinden anlatıyorsun. Aslında hepimize musallat olmuş ama görmek istemediğimiz şeyler bir yanıyla da. Böyle mi kurdun o aritmetiği?

Direkt öyle kurdum. Bu topraklar çok kadim ve çok eski. Burada kaç medeniyet kuruldu, kaç bin yıl boyunca medeniyetler yaşadı saymakla bitmez. Bu kültür bir şekilde bize geçiyor ve bunu unutmamak gerekiyor. Bu hortluyor. Biz aslında sürekli hortlaklarla yaşıyoruz ama onları unutmaya çalışıyoruz ya da olmamış gibi davranıyoruz. Dolayısıyla bunlar unutmamamız gerekenler ya da unutamadıklarımız. Bunu bu şekilde ifade etmek bana doğru geldi. Hayaletler bu anlatım için çok iyi bir araçtı.

Peki birbirinden farklı karakterleri bir araya getirirken acaba bunlar birbiriyle uyumlu olabilir mi diye düşündün mü? Mesela onun da riskleri var. Orada bir risk gördün mü? Çünkü gerçekten birbirinden çok farklı karakterler hepsi.

Orada da bir risk vardı, kesinlikle. Hepsi birbirinden çok farklı. Ayrıca farklı tarihlerden geliyorlar. Ama oyuncularla hep bunu konuşuyorduk, aslında özünde hepsi aynı. Hepsinin burada, Araf’ta kalmasının sebebi aynı. Bir şeyleri bırakamıyorlar, buraya bağlılar ve bir şeylerin düzelmesini istiyorlar. Hepsi burada kendilerine göre bir sevgiyle kalıyor. Oradan hareket edince hem tutarlı oldu hem de farklılık korunabildi. Ama tabii korkuyordum. Bir de o üç hayaletin Dorothy ve arkadaşları gibi bir çete oluşturması çok hoşuma gidiyor, Wizard of Oz’daki gibi. Bütün ötekilerin bir araya gelmesini çok severim. Riski vardı ama aldık, ne yapalım. Bu da biraz fantastik anlatım şablonudur.

Mesela Buffy The Vampire Slayer da öyle…

Aynen, Buffy de öyle. Bir sürü garip, itilmiş, marjinal tip bir araya gelir ve dayanışma içine girerler.

Filmin en dikkat çekici karakterlerinden biri Hüseyin. Diğer oyuncular ve karakterler de iyi ama en çok dikkat çeken karakterlerden biri Hüseyin. Türkiye’deki önemli bir toplumsal meseleyi de temsil ediyor. Hemen hemen herkesin aklında şu soru var: Film neden onun hikâyesiyle bitmedi? Onun hikâyesi yarım mı kaldı? Hatta bir eleştiriyi aktarayım, şöyleydi: “Emine’nin Hüseyin’e borcu var.”

Bunu çok iyi anlıyorum ve evet, Hüseyin’e borcum var, katılıyorum. Ama bir noktada bu benim için bir seçim oldu. Bunun farkındayım. Film Ezgi’nin hikâyesi ama Hüseyin bize en yakın karakter. Hepimizden bir parça taşıyan, çok güncel bir karakter. Dolayısıyla o hassasiyeti çok iyi anlıyorum. Ama benim bu filmde başka bir derdim vardı. Side’ye ilk gittiğimde bunu yaşamıştım. Side’ye ilk başta kendi başıma gittim. Side ilginç bir yer; hâlâ evler var orada. Efes gibi kendi başına bir yer değil, yaşayan bir yer. Gittiğinde çok garip bir his geliyor. Kendini çok küçük hissediyorsun bu tarih karşısında ama iyi anlamda. Çünkü insanlar yıllardır neler neler yaşamış, binlerce yıldır bilmediğimiz olaylar olmuş ve bir şekilde devam etmişler. Dolayısıyla filmde en sonunda yaptığım seçim şöyle bir şeydi: Evet, Hüseyin bizim canımız, kalbimiz ama bu sadece Hüseyin’in hikâyesi olamaz. Bu çok daha büyük bir anlatı olduğu için biraz daha o büyük zamansallığı tercih etmek durumunda kaldım. Ama bana sorarsan duygusal olarak keşke Hüseyin’le bitseydi. Belki Hüseyin’le bitiyor ama bir yandan da bitmiyor. Biraz anti-epik gibi düşünürsek. Bu hassasiyetleri anlıyorum. Hüseyin benim için bambaşka, apayrı bir karakterdi. Sadece benim için değil, Barış Gönenen de bambaşka bir iş çıkardı orada. Bütün oyuncular rollerini sahiplendi. Barış da öyle bir sahiplendi ki rolü bambaşka bir yere taşıdı. Zaten kendisi onu yükseltti. Yani bu sadece benimle ilgili değil, Barış Gönenen’in o rolü başka bir boyuta taşımasıyla ilgili.

Side’yi nasıl seçtin?

Bir sene Antalya Film Festivali’nden sonra birkaç gün kaldım Antalya’da. Side’yi uzun zamandır görmek istiyordum. Gittim, gördüm ve hem görsel hem de ruhsal olarak çok ilham verdi. Zaten o tarihlerde kendisi bir hayalet kasabası hissi veriyordu. Hemen “Burası görsel ve duygusal olarak inanılmaz” diye düşündüm. Ayrıca prodüksiyon açısından da çok kolaydı çünkü her şey yürüme mesafesindeydi. Dolayısıyla biraz orada hinlikler de geldi aklıma ve oradan başladım.

Yeni projelerin var mı?

Şu anda Türkiye’de film çekmek çok zor. Biz bu filmi 2022 Aralık’ta çektik. Ve o son dönemdi; enflasyon coşmadan önceki son fizibilitesi olan zamandı. Şu anda bilmiyorum, çok istiyorum. Yazdığım başka bir proje de var. O da aslında bir korku filmi.

Türü bırakmayacaksın değil mi?

Bilmiyorum ama şu anda bırakmayı düşünmüyorum. Bir taraftan para kazanmak için ana akıma da iş yapıyorum. Senaryo ekiplerinde yer alıyorum bazen ya da televizyon için proje sunuyorum. Ama kendi işim için evet, bu türü seviyorum herhalde. Bence devam ederim diye düşünüyorum.

Son olarak hem Japonya’da ödül aldın hem de film orada gösterime girdi. Seyirci nasıl karşıladı? Nasıl bağ kurdular?

Ben biraz tereddüt ediyordum, “Ne olacak, film izleyiciye geçecek mi?” diye. Ama her şeyi anladılar ve çok benimsediler. Japonlar duygularını hemen ifade etmezler ama salonda herkes ağlıyordu çıkışta. Çin’de de öyleydi. Belki Doğu’nun maneviyat anlayışıyla bizim maneviyat anlayışımız arasında benzerlikler var. Hayalet meselesi onlarda da çok yaygın. Daha içselleştirdiler, anladılar, kucakladılar. Çok güzeldi. Ama Avrupa’da o kadar değil. Avrupa’da bir iki festival oldu. Orada şunu fark ediyorsun: Avrupa şu anda Türkiye’den böyle anlatılar istemiyor. Daha siyasal bir şey istiyor. Yüzüne yüzüne siyaset, fakirlik, yoksulluk, ezilmişlik… Daha gündelik ve güncel, Zeitgeist’le ilgili şeyler. O yüzden çok enteresandı. Böyle olacağını beklemiyordum ama Japonlar ve Çinliler hemen yakaladı filmi. Bir de onlara bizim coğrafyamız çok ilginç geliyor. Herkes “Ben Side’ye gideceğim” diye tweetler, postlar attı bana. Çin’de de dağıtıma giriyoruz mesela. Benim için çok mutlu edici bir şey. Sonuçta demek ki bir şey tercüme edilmiş ve izleyiciye geçmiş. O yüzden ne mutlu bana…

Suzan Demir
diğer yazıları

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir