yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

Altın Koza İzlenimleri #2

32’inci Adana Altın Koza Film Festivali izlenimlerini Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması dışındaki kurmaca ve belgesel filmlerle kurmaya çalıştım. Bu yazıda da biraz bunu yapmaya çalışacağım.

Ulusal Belgesel Film Yarışması bölümünde yer alan Çayan Demirel ve Ayşe Çetinbaş’ın yönettiği Kardeş Türküler ile 30 Yıl belgeseli, yalnızca bir müzik grubunun hikâyesini değil, aynı zamanda Türkiye’nin son otuz yılındaki toplumsal ve siyasal dönüşümleri de izleyiciye taşıyor. Grubun Boğaziçi Üniversitesi bünyesindeki ilk adımlarından başlayarak 2023’e kadar uzanan bu yolculuk, Sivas Katliamı’ndan Hrant Dink ile birlikte gittikleri Ermenistan ziyaretlerine, Dink’in katledilişinden Gezi Direnişi’ne ve 2016 sonrası otoriterleşen Türkiye’ye kadar pek çok dönüm noktasını kapsıyor.

Belgesel, Kardeş Türküler’in müziğiyle bu olaylar arasında kurduğu bağları öyle etkileyici bir biçimde aktarıyor ki, izlerken ritim tutmadan ya da şarkılara eşlik etmeden durmak mümkün olmuyor. Konser kayıtları arasında daha önce gittiğim konserleri görmek beni hem şaşırttı hem de duygulandırdı. Fark ettim ki Kardeş Türküler, bize her dildeki şarkıyı ezberletmiş; ama daha da önemlisi, o sahnede izlediğimiz her dansın, her ezginin arkasında devasa bir emek var. Ekip, bu eserleri adeta iğneyle oyar gibi işlemiş ve bize ulaştırmış. Bu emeğin karşısında saygı duymamak imkânsız. Aynı şekilde, yönetmenlerin bu uzun soluklu süreci sabırla ve titizlikle belgelemeleri de hayranlık uyandırıcı.

Belgeselden aklımda kalan en çarpıcı sahnelerden biri, Taksim’deki Mephisto mağazasında çalışan birinin anlattığı anekdottu: “Eskiden Kürtçe çalsak polis uyarırdı. Bir gün Kardeş Türküler çalıyorum, polis geldi ve ‘Kürtçe şarkı çalma’ dedi. Ben de bunun Süryanice olduğunu söyledim. Afallayıp ‘anlaşılmayan şeyler çalma o zaman’ diye bağırdı.” Bu sahne, belgeselin ruhunu özetliyor gibi. Kardeş Türküler tam da o anlaşılmayanları bize öğrettiği, hatta anlamasak bile söylettiği için bu kadar kıymetli.

GROTESK BİR HARABE: NATURLAND

Çukurova Altın Koza Film Akademi bölümü kapsamında yer alan Ceylan Özgün Özçelik’in deneysel filmi Hiçbir Şey Normal Değil, 1990’ların çevre dostu turizm anlayışının simgesi haline gelen Antalya’daki Naturland Oteli’ni odağına alıyor. Bir zamanların gözde tatil destinasyonu olan bu otel, bugün terk edilmişliğiyle bir harabeye dönüşmüş durumda. Özçelik, bu çöküşü sadece fiziksel değil, aynı zamanda görsel ve anlatımsal olarak da grotesk bir biçimde ele alıyor. Film boyunca otelin içinde oradan oraya koşturan, dans eden bir kadın ve bir erkek figürüyle karşılaşıyoruz. Onlara yağmurluklarıyla dolaşan bir küçük kız çocuğu ve yine yağmurluk giymiş yetişkinler eşlik ediyor. Bu karakterler, mekânın ruhunu hem somutlaştırıyor hem de soyutlaştırıyor. Görüntü bazen bozuluyor, bazen kadrajlar keskinleşiyor; kamera adeta bir ayna gibi davranıyor, kimi zaman yutuyor, kimi zaman kusuyor.

Arka planda üç dış ses duyuluyor: Otelin müdavimi, bir resepsiyonist ve tanıtım sesini veren bir kadın. Her biri, otelin şaşalı kuruluşundan çöküşüne uzanan süreci kendi perspektiflerinden anlatıyor. Kamera ise durmaksızın otelin her köşesini, her çatlağını, her izini tarıyor. Fakat bir dış ses daha var: Otelin sermaye yapısını, politikacılarla olan ilişkilerini, mağdurlarını ve nihai çöküşünü belgeleyen bir anlatıcı. Bu ses, filmin politik damarını oluşturuyor.

Hiçbir Şey Normal Değil, kurmaca ile belgesel arasında gidip gelen deneysel bir yapım. Görüntü ve kadrajlarda zaman zaman tekrara düşse de bu tekrarlar anlatının görsel kimliğini oluşturuyor. Ancak izleyicide yer yer bir tekrar hissi yaratmaktan da kurtulamıyor. Film, turizm sektörünün karanlık yüzüne ışık tutuyor. Hazine arazilerinin sermayeye devlet ihaleleriyle nasıl peşkeş çekildiği, devlet bankalarının bol keseden verdiği krediler ve bu skandallarda adı geçen siyasetçiler… Bugün sadece isimler değişiyor; sistem aynı kalıyor.

KATHARTİST’TEN ÇIKIŞ YOK

Festivalin Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nda yer alan Hakkı Kurtuluş ve Melik Saraçoğlu’nun birlikte yönettiği “Algoritmaya Biat Et”, ikilinin sinema yolculuğunda altıncı uzun metraj film olarak karşımıza çıkıyor. 2013’teki çıkış işleri “Gözümün Nuru” ile dikkat çeken bu iki yönetmen, Türkiye sinemasında biçimsel denemelere açık, özgün anlatım tarzlarıyla tanınıyor. Yeni filmleri, dijital çağın birey üzerindeki etkilerini absürt bir anlatımla ele alıyor.

Film, başarısız bir içerik üreticisi olan Lily’nin hikayesi etrafında şekilleniyor. Sosyal medya dünyasında tutunmaya çalışan Lily, bir canlı yayında influencer Gabe tarafından aşağılanınca, kimliklerin gizlendiği ve içeriklerin akıllı gözlüklerle üretildiği yeni bir uygulama olan Kathartist’e yöneliyor. Ancak bu uygulama, algoritmaya tapan bir tarikatın paravanı çıkıyor ya da öyle görünüyor. Lily, bu dijital evrende başarıyı yakalarken, kendi benliğini yavaş yavaş kaybediyor. Gerçek ile dijital arasındaki sınırlar siliniyor, Lily’nin dünyası büyük bir Green box’a dönüşüyor.

Film, influencer kültürünü ve algoritmanın birey üzerindeki etkisini ele alırken, dijital dünyanın bireyi nasıl dönüştürdüğünü gözler önüne seriyor. İçerik üretmeye kanalize olmuş bireylerin kendi yaşamlarını sabote etmeleri, gitgide kendilerine yabancılaşmaları ve bir süre sonra gerçek ile dijitalin iç içe geçmesi, filmin temel meselesi. Bu yabancılaşma anlatısı yer yer Black Mirror tarzı didaktik bir çizgiye kayarken, kimi zaman da bu anlatımı tiye alan bir absürtlüğe bürünüyor. Filmin kendini ciddiye alıp almadığı, seyirciyi ikilemde bırakıyor. Bu da izleyicinin, filmin yapısal absürtlüğünü mü yoksa konuyla dalga geçmesini mi izlediği konusunda kafa karışıklığı yaşamasına neden oluyor.

“Algoritmaya Biat Et”, fikir olarak güçlü bir çıkış yapıyor; ancak ilerledikçe kendi komedisinin içine fazla gömülerek, anlatmak istediği meseleyi absürt bir yapıya teslim ediyor. Bu tercih bilinçli mi, yoksa anlatımın doğal bir sonucu mu, izleyiciye bırakılmış…

Suzan Demir
diğer yazıları

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir