“Bana edebiyatın gerçeği izah etmeye çalışmaması, sadece onu resmetmesi gerektiği söylendi, bense onun yaşamını izah etmek ve anlamak için yazıyorum. […] Bana edebiyatın asla bir siyasi manifestoya benzememesi gerektiği söylendi, bense şimdiden cümlelerimin her birini bir bıçağın ucunu sivriltir gibi sivriltiyorum. […] Çünkü artık biliyorum ki ona dair ve onun yaşamına dair yazmak, edebiyata karşı yazmaktır.”[1]
Édouard Louis, Fransa’da 2014’te yayımlanan ilk romanı Eddy’nin Sonu’yla çok okunan listelerinde hızlı yükselişi ve çok sayıda dile çevrilmesiyle geniş bir yankı uyandırdı. Belleğin adeta gökyüzünde deneyimlenen kişisel bir mesele olarak kavrandığı kültürel “moda”nın aksine, onun her zaman toplumsal varlığın bir biçimi olduğunu unutturmadan, içine doğduğu işçi ailesini anlatan bir yazar olarak egemen edebiyata eleştirel bir yaklaşımla var etti edebiyatını. Öyleyse sınıfın, ezilenlerin, sesi duyulmayanların sesi olma iddiasını, hiç değilse niyetini taşıyor. Kendi üretimini bir karşı yazın olarak ifade ediyor. Bu söylemsel iddianın daha açık izleği ise 2019 yılında İngiliz sinema yönetmeni Ken Loach ile birlikte bir sosyal medya platformunda gerçekleştirdiği sohbetin metni olan Sanat ve Siyaset Konuşmaları kitabında bulunuyor.
Louis’nin edebiyat ve siyaset arasında gezinen, bunların arasındaki sınırları; sınıfın ve ezilenlerin sözlerini söyleyebilecekleri yeni olanaklar yaratma adına silikleştiren ya da bunları yeniden tanımlayan yazını, çok alışık olduğumuz bir çaba değil. Louis için bu sadece kâğıtların üzerinde kalan bir kimlik de değil. Eserlerinin yanı sıra Édouard Louis 2015 yılında, sığınmacılar Avrupa’da devletlerin zoru ve şiddetiyle karşılaşırken ülke entelijansiyasında yükselen aşırı sağ söyleme karşı, Fransız felsefeci ve sosyolog Geoffroy de Lagasnerie ile “Entelektüel ve politik bir karşı-saldırı manifestosu” başlığını taşıyan bir bildiri yayınlar örneğin.[2] Ayrıca 2018’de Sarı Yelekliler hareketini destekleyen, uğradıkları baskıyı kınayan “Enayi Değiliz” metninin 1400 imzacısından biridir. Üçü de sosyolog olup kendilerini solda tanımlayan Édouard Louis, hocası-arkadaşı Didier Eribon ve Geoffroy de Lagasnerie’nin bugün Avrupa’nın entelektüel camiasında tuttuğu yer, Belçikalı bir kültür sanat merkezinin Eylül 2024’te düzenleyeceği etkinliğinin duyurusunda şöyle ifade edilmiştir: “Sartre ve De Beauvoir yirminci yüzyıl için neyse, Eribon, De Lagasnerie ve Louis de şimdi ve burada odur. Siyaset, felsefe ve edebiyat hakkındaki çalışmalarıyla fikirleri edebiyat camiası için bir uyanış çağrısıdır.”[3]
Fransa’nın kuzeyindeki sanayi sonrası topluluklar üzerine, çocukluğunu geçirdiği küçük bir kasaba üzerine yazdığını söyleyen[4] Édouard Louis’in yazınının her sayfasında, yer yer inkâr ve itiraz biçiminde, çokça öznel ama son derece açık sözlü, çoğu zaman da çelişkiler barındıran bir geçmiş hesaplaşmasına davetli gibiyizdir. Louis’nin kişisel geçmişi toplumsalın bir tarihidir, herkesinki gibi. Örneğin bir fotoğraf, ona yaşanmış kişisel tarih dolayımında tahakküm biçimlerini hatırlatır hemen: “Bu fotoğrafı görmek bu yok edilmiş yirmi yılın doğal bir şey olmadığını, ondan bağımsız dış güçlerin –toplum, erillik, babam– eylemlerinin bir neticesi olduğunu hatırlamamı sağladı.”[5]
Ezilenlerin harap, bitap düşen bedenlerinden, en katlanılmaz şiddet biçimlerinden bahseden satırlarının arasından, ücret köleliği altında yaşayan sınıfların en temel talebinin yükseldiğini hissederiz: “İnsanca yaşamak”. Bu kışkırtıcı ve yenilikçi edebiyatın içinde, öte yandan, genç sayılabilecek bir yaşta olsa da Fransa’nın en itibarlı üniversitelerinde tarih ve sosyoloji okumuş bir akademisyenden beklenmeyecek bir safdilliğe işaret eden soru ve saptamalara, tarihselliğin içinde bir tür tarihsizliğe rastlamak okuru şaşırtabilir. Bu tarihsizlik, sınıflar mücadelesi tarihinin teorik ve pratik birikiminden yoksunluk, daha doğrusu teori ve pratiğin birliği anlamında “praksis” olarak tarihsel deneyimden yoksunluk anlamındadır. Bu, belki de Louis’nin büyük edebi ve politik çıkışının sınırlarını da çizmektedir. Nitekim eserlerinin tümünde biyografik-otobiyografik unsurlarla işçi sınıfına dair bir edebiyat üreten bir yazar olan Louis’in sıkça başvurduğu kavramlar ve referans aldığı düşünürler; düşünce dünyasının esas itibarıyla sol liberal yaklaşımdan, kimlikçi siyasetten, post-yapısalcılıktan beslendiğine işaret ediyor. “Doğru, fakat somut yaşam koşullarına bağlı olmayan, tamamen ideolojik, ırkçılık ya da eril tahakküm mekanizmaları da yok mu?”[6] diye sorduğunda örneğin, ideolojik alanın nesnel ve maddi toplumsal ilişkiler tarafından koşullandırıldığı gerçeği kaçırılıyor, ki bu; siyasetin öznesi ve yöntemi, işçi sınıfının devrimci rolü tartışmasına bağlanabileceği için önemlidir. Louis’de bunlar oldukça bulanık gibidir:
…geleneksel siyasi dili dönüşüme uğratmak ve belki de merkezine, çağdaş siyasetin işleyişini analiz ederken zulüm fikrini yerleştirmek gerekmiyor mu? […]
Değişim toplumsal hareketler kadar sanat ya da seçim yoluyla da gerçekleşecek. […] Çünkü ezilenlerin iyiliği, ancak egemenlerin kendi iyilikleri olarak gördükleri şeyin aleyhine mümkün olabilir. Bu ortak fayda değil, her şeye sahip olanlara karşı, acı çekenlerin yaşamının iyileştirilmesi.[7]
Yine de sınırlarıyla birlikte Louis’nin edebiyatının kıymetinin de burada olduğu söylenebilir. Nitekim söylemde ve pratikte sürekli karşımıza çıkan sınıf-kimlik ikiliğini aşmaya, ya da örneğin, sınıf edebiyatı külliyatının artık tozlanmaya başlayan kapağını yenilemeye aday bir girişimi temsil ediyor. Ataerkil tahakkümün ideolojik olduğu ölçüde somut yaşam koşullarına bağlı olup olmadığı konusundaki kafa karışıklığı, sınıfın kültürüne ve düşünce dünyasına nasıl nüfuz ettiğine ve bu tahakküm biçimlerinin ilişkisine dair düşünürken tersine dönmeye başlar: “Erkeklik […] erkekliğini inşa etmek, başka türlü bir yaşamdan, başka türlü bir gerçekten, eğitimin sağlayabileceği başka türlü bir toplumsal yazgıdan feragat etmekti. Erkeklik seni yoksulluğa, parasızlığa mahkûm etti. Eşcinsel nefreti = yoksulluk.”[8]
Bu retoriğin ardında eşcinsel nefretinin yoksulluğun kaynağı olduğu düşünce basitliğinden çok, işçilerin düşünce dünyasını ve gündelik yaşam pratiklerini şekillendiren toplumsal tahakküm ilişkilerinin acı bir kaydı görülür ki bu, yoksulluk ve ataerkinin yapısal değil ama görüngüsel kesişimine dair düşündürücü bir ilişkiselliğin keşfi olarak da okunabilir. Nitekim Louis’nin babasına olan öfkesi, ataerkinin bireylerin tutumlarında aranabilecek bir ahlaki yargılama biçiminden çok toplumsal bir mesele olduğu gerçeğini unutmadığı ölçüde, babası gibilerin failden çok sistemin kurbanı oldukları düşüncesinde sisteme yönelen bir öfkeye dönüşür.
YENİ BİR İŞÇİ SINIFI EDEBİYATININ OLANAKLARI
Sermayenin kâr hırsının neoliberal politikalarla dünya çapında ve ülkede yarattığı güvencesiz çalışma ve yaşam koşulları, derinleşen sömürü ve eşitsizlik, şiddet, ayrımcılık, ırkçılık ve bütün bunların karşısında işçi ve emekçilerin örgütsüzlüğünün yaygınlaştırılması ve kamusallığın giderek çözülmesi… Louis’nin kitaplarında sınıfın gündelik yaşamından, ilişkilerinden çarpıcı bir dille söz edilirken üzerine düşünmeye sevk ettiği soruların kıymetli olduğu yer tam da burasıdır. Nitekim bütün bu koşullar, işçi ve emekçilerin siyasi alana kendi çıkarlarını temel alan bağımsız bir özne olarak çıkmalarını engellerken ezilen ve sömürülenlerin kendi taleplerini, kendi sözlerini söyleyebilecekleri bütün alanları baskılıyor. Öyleyse Louis’nin adeta yeni bir söz, kendi adına konuşamayanlar için yeni konuşma biçimlerinin keşfine dair arayışı; yaratılan umutsuzluğu dağıtacak, açık, tutarlı ve nesnel bir umuda çevirecek olan emekçi sınıfların aktif, eyleyen, devrimci tepkilerinin örgütlenmesi mücadelesiyle bir diyaloğa girebilir. Louis’nin bu noktadaki müphem tavrına rağmen, bilimsel sosyalizmin sömürünün olmadığı insanca yaşanacak bir dünya tasarımına yeniden güç kazandıracak, aynı zamanda kendi kültürünü de yaratan bu mücadelenin yanında ve içinde yer alacak aydınlara olan ihtiyaç onu önemli kılıyor. Artık başka bir sınıfın üyesi denilebilir onun için, ancak buna rağmen, içinden geldiği sınıfın sorunlarına sırtını değil yüzünü dönmek istiyor durduğu yerden.
Bunlar bir yanıyla “Sınıflardan, sömürüden, şiddetten, baskıdan, tahakkümden, kesişimsellikten konuşmak” istediğini söyleyen[9] Louis’nin özellikle Sanat ve Siyaset Konuşmaları’nda yarım ağızla değindiği, manifestosundaki Arkeolojik Sessizlik ara başlığını belki tersinden hak eden soruları da kapsamıyor değil:
Hükümetler, egemenler yoksulları yoksulluklarının suçlusu olduğuna inandırıyorlar, bunu sürekli yapıyorlar; yeteri kadar eğitimli değilsen bu senin suçun, yeteri kadar çalışmadıysan bu senin suçun… Acı çeken insanlar da bu yüzden artık şunu söylemek istemiyor: ‘Ben acı çektim.’ Bu başlı başına siyasi bir mesele. Acı çeken insanlar acı çekmekten utanırken, bundan bahsetmek istemezken dünya nasıl dönüştürülebilir? […]
Bugün, biraz önce değindiğimiz yeni medya araçlarıyla, teknolojilerle, neredeyse her şey görünür durumda. O yüzden mesele artık onları göstermek değil, yüzleşmek – bence bu önemli bir yol ayrımı: Bir yüzleşme estetiğinden nasıl bahsedilebilir? […]
Bireyler, barındırdıkları çoğulluk sebebiyle, farklı siyasi bağlamlarda farklı bireylere dönüşürler. Bu yüzden solun söylemleri önemli, çünkü tek başına bir bireyi dönüştürmek neredeyse imkânsızdır ama çelişkili görünüyor olmasına rağmen bireyleri toplu olarak dönüştürmek mümkündür, bu da dili ve dilin kamusal alandaki dolaşımını dönüşüme uğratarak yapılabilir, zira bu dönüşüm, her bireye özgü davranışların çoğulluğu sayesinde, potansiyel olarak daima mümkündür.[10]
Bu satırlarda görülen karamsarlık değil ama belki de kararsız bir umuttur. Dünyanın nasıl değiştirileceği, sınıfın rolü konusunda kafası karışık diyebileceğimiz Louis, emekçi sınıflar için en azından yeni ifade biçimleri arıyor gibidir. Nitekim eserlerinde kendini tekrar eden örüntü, ezilenlerin aynı zamanda politik olarak seslerinin kısıldığı gerçeğinin sorun ediliyor oluşudur. Bu çaba, onun sorun ettiği meseleyi sorun edenler için yeni ilhamlara vesile olabilir. Nitekim ekonomisiyle, kurumlarıyla, toplumsal ilişkileriyle, kültürüyle ve değerleriyle başka bir toplumu var edebilecek tarihsel ve evrensel yegâne öznenin,[11] işçi sınıfının bugün içinde bulunduğu parçalı durum, onun bağımsız sesini kazanamayacağı anlamına gelmiyor.
İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu’nda Engels, işçilerin nesnel yaşam koşullarını ve durumunu aktarırken böylesi koşullar altında işçilerin bedensel, zihinsel ve ahlaki olarak gelişimini, işçilerin bu olgular hakkındaki düşüncelerini, nasıl örgütlendiklerini de gözlemleyip betimlemiştir. Sınıfı burjuvaziyle karşıtlığı içinde ele almakla kalmamış, esas itibarıyla aynı yaşam koşullarına sahip işçiler içerisinde farklı davranış biçimlerinin –insanlık dışı yaşamı kabullenme ya da insan olma– gelişebildiğini de göstermiştir:
İşçiler bedensel ve zihinsel olduğu kadar ahlaki olarak da egemen sınıf tarafından dışlanmış, ihmal edilmiş durumdadır. Dikkate alındıkları tek alan, burjuvazinin huzurunu kaçırmaya başladıkları anda yakalarına yapışan yasalardır. Onlara karşı, uslanmak bilmeyen hayvanlara uygulanan yegâne ıslah yöntemi kırbaç kullanılır; ikna etmeyen sadece sindiren şiddet. Bu yüzden gördükleri hayvanca muamele karşısında ya gerçekten hayvanlaşmaları ya da insan oldukları duygusu ile bilincini ancak egemen burjuvaziye karşı besledikleri sınırsız hınçla, içlerinde hiç dinmeyen öfkeyle koruyabilmeleri şaşırtıcı değildir. İşçiler yalnızca egemen sınıfa kin duydukları sürece insandırlar. Burjuvazinin boyunduruğuna sabırla katlandıkları, boyunduruğu kırmayı değil de esaret altındaki yaşamlarını sadece daha çekilir kılmaya çalıştıkları an hayvanlaşırlar.[12]
İşçi hareketi tarihi, boyunduruğu kırmaya çalışan insanın deneyimi ve birikimiyle dolu. Bu tarih sıklıkla akamete, kesintiye uğrayan ama asla tam bir kopuşla sonuçlanmayan bir öğrenme süreci olarak görüldüğünde, sübjektif olarak başarısızlık olarak algılanan sonuçların daha büyük tarihsel bağlamda ilerletici anlama sahip olabildikleri de ortaya çıkar. Sınıfın bugün uğradığı yenilgilerin hayal kırıklığını “geçici” olarak algılayabilmesini sağlayarak tarihsel bir güç kazanır.
Günümüz ücrete bağımlı çalışanlarının büyük çoğunluğu, önceki kuşakların mücadeleleri, başarı ve yenilgileri, kültürleri ve yaşam biçimleri, politik örgütlenmeleri hakkında oldukça sınırlı bilgiye sahip. Kendi ulusal ve uluslararası tarihiyle büyük oranda bağını yitirmiş işçi sınıfının kolektif hafızasını geri kazanmak bu noktada önem taşır. İşçilerin toplumsal gerçekliğe sadece kurbanlar olarak teslim olmadıkları, aksine onu değiştirebildiklerini giderek kavradıkları bir süreci görmelerini mümkün kılar. Sınıf hareketinin zayıfladığı tarihsel koşullarda, sınıfın kültürel alandaki temsillerinin de yok olmaya, işçi sınıfının nostaljik bir temaya dönüşmeye başladığı bugünlerde Louis, Ernaux, Eribon gibilerin çabası işte bu ihtiyaç karşısında anlam kazanıyor.
Nitekim işçi sınıfının kurtuluş mücadelesi Rosa Luxemburg’un deyişiyle hiçbir zaman salt bir “çatal bıçak meselesi” olmamış, en başlarından itibaren bir kültür hareketi niteliği de taşımıştır. İnsanın sömürülmediği eşit ve adil bir toplumsal düzen tasarımıyla verilen mücadele, politik iktidar ve toplumun maddi ile düşünsel-kültürel zenginliği üzerinde tasarruf hakkını elde etmeyi hedeflemiştir. Bu mücadele aynı anda kültürel bir etkiye sahipti çünkü –insanlık dışı çalışma ve yaşam koşulları altında– proletaryanın insana yaraşır bir şekilde davranabilmesinin genellikle yegâne olanağı olmuştu.
Burada durup biraz geçmişe gidelim. 19. yüzyılın ilk yarısında önce 10 saatlik, derken 8 saatlik işgünü talebinin ve uğruna verilen çetin mücadelelerin ekonomik, politik olduğu kadar kültürel yönü de vardır. Bilindiği gibi işçi sınıfının enternasyonal niteliğe sahip, bugün hâlâ tüm dünyada kutlanan iki mücadele ve dayanışma gününün, 1 Mayıs ve 8 Mart’ın ortaya çıkışı özellikle uzun çalışma saatlerine itirazla başlayan grevlere dayanır. “8 saat çalışma, 8 saat uyku, 8 saat boş zaman” formülünde “boş zaman” kısmı sermayenin ve burjuvazinin kültürel tahakkümünü kırma, kendini insan olarak hissetme ve yeniden üretme ihtiyacının bir ifadesiydi.
______
EKMEK VE GÜL
Yürüyoruz yürüyoruz, günün aydınlığında
Donuk fabrika bacalarına, yoksul mutfaklara
Çarpıyor sesimiz ve birden parlayan
Bir ışık gibi ulaşıyor insanlara
“Ekmek ve gül! Ekmek ve gül!”
Yürüyoruz yürüyoruz, erkekler için de yürüyoruz
Çünkü hâlâ bizim oğullarımızdır onlar
Ve biz hâlâ analık ederiz onlara
En zorlu iş, en ağır emek
Ve çalışmak doğuştan mezara dek
Ve böyle sürüp gitsin istemiyoruz
Yaşamak için ekmek
Ruhumuz için gül istiyoruz!
Yürüyoruz yürüyoruz kol kola
Saflarımızda ölüp gitmiş arkadaşlarımız
Ve türkümüzde onların kederli “Ekmek!” çığlıkları
Çünkü bir köle gibi çalıştırıldı onlar
Sanattan, güzellikten, sevgiden yoksun
Biz de bugün hâlâ onların özlemini haykırıyoruz
İş ve ekmek istiyoruz
Ama gül de istiyoruz
Yürüyoruz yürüyoruz, yan yana, güzel günler adına
Kadınız, insanız, insanlığı ayağa kaldırıyoruz
Paydos bundan böyle köleliğe, aylaklığa
Herkes çalışsın, bölüşülsün kardeşçe, yaşamın sundukları
İşte bunun için yükseliyor yüreklerimizden
Bu ekmek ve gül türküleri
Ve yineliyoruz hep bir ağızdan
“Ekmek ve gül! Ekmek ve gül!”
Çeviri: Metin DEMİRTAŞ
______
İşçi hareketi oldukça erken tarihlerden itibaren çeşitli sanat biçimlerini sınıf mensuplarını durumları hakkında aydınlatmanın, sınıf mücadelesine kazanmanın, örgütlemenin ve sınıf tutumunu onaylamalarının bir olanağı olarak görmüştür. Daha doğrusu önceki sınıf mücadelelerinin deneyimlerinden bunu devralmıştır. Bunların başında ilk yazın örnekleri olarak bildiriler, şiirler, marşlar, şarkılar, dramalar geliyor örneğin. İşçi basını, sosyalizmin bir kürsüye kavuşmasına, bölgeleri aşan birlik ve beraberliğin, ortak bir dilin oluşmasına, deneyimlerin hızla genelleştirilmesine olanak tanıdı. İşyerlerinden haberler, işçi mektupları, öz yaşam anlatıları, portreler, şiirler, öyküler sabit bir yer kazandı. Louis’nin “Bir sesin yalnızca onu mümkün kılacak mekânların var olması koşuluyla duyulabileceğini inanıyorum. Bahsettiğim mekân her şey olabilir, bir film olabilir, bir sendika, bir birlik, bir kitap olabilir, bir yer, bir siyasi parti”[13] derken işaret ettiği aslında bu geçmiş birikimin önemli bir yönüdür. Öyleyse bu birikim bugün nasıl yeniden üretilecektir?[14]
KOLEKTİFİN KÜLTÜRÜ YA DA KÜLTÜR OLARAK KOLEKTİF[15]
Bu bağlamda ücret bağımlılarının 19. yüzyılın ikinci yarısında örgütleriyle yarattıkları kendilerine has kurumlar önemlidir. Bunlar kooperatifler, sosyal, sendikal, politik ve sanatsal kuruluşlardı. Buralarda benimsenen kurallar örgütlü yaşama istikrar ve sağlamlık kazandırıyordu. İsyan, protesto ve direniş kültürleştirildi. Örgütlerinde yetişmiş, deneyim kazanmış işçiler, kontrollü kafa tutma, öfkeyi yönetme ve disiplinli iş bırakma yeteneği kazanıyordu. Bireysel iradenin ve deneyimin ortaklaştırılması kendi aralarındaki rekabeti düşürüyor ve ortak başarı şansını yükseltiyordu. Kalıcı örgütlenmelerin, kolektif iletişimin kuruluşuyla birlikte yenilgileri hazmetmek de kolaylaşmıştı.
Örgütlenme, yalnızca, işçilerin emek güçlerini satışa çıkarırken kendi aralarında girdiği rekabeti sınırlamak anlamına gelmiyordu. Örgütlenme aracılığıyla sınıf kendine ait kültürünü geliştiriyordu. İşçi de bireysel olarak, örgütlenmesi aracılığıyla, işçi sınıfı kültürünün bu yönünün geliştirilmesine katılıyordu. Bu aynı zamanda burjuva toplumunda salt emek gücünün satıcısı hâline getirilmesine karşı direnmesinin, insani varlığını üretmesinin yegâne olanağıydı.
İşçi hareketinin kültürü, kapitalist topluma karşı “örgütleyici” bir davranış düzenlemesiydi. Sosyal sorunlara bireyselleştirici çözümler bulma eğiliminin karşısında kolektif dayanışma ve birliktelik çözümleri geliştiriyordu. Erkek ve kadın işçiler, emek güçlerine yönelik yeniden üretim gereklerini –eğitim, bilgilenme, dinlenme, sosyalleşme vb.– karşılama olanağını sağlayan sınıf örgütlerini yarattılar. Proleter örgütlenmeler, kadın ve erkek işçiler için daha yüksek ücretler amaç edindiler. İlk kitle iletişim araçlarını kullanmayı denediler ve bunlardan ajitasyonlarında faydalandılar. Toplumun dönüşümünü hedefleyen kültür politikası işçi hareketinin toplam politikasının bileşeni hâline geldi. İşçi sınıfı partileri eğitim, barınma, kadın, dinlenme, sağlık, sosyal ve askerî politikalar geliştirdi. Yasamanın bütün temel sorunlarına dair tutum almayı ve işçi sınıfının görüşünü açıklamayı öğrendi. Proleter basın, işçi dernekleri, ödeme akşamları[16], eğitim grupları, parti okulları vb. kurumlar gibi iletişimin kimi araç ve biçimleri işçi hareketinde Marksizmin giderek benimsenmesine olanak tanıyor ve işçi sınıfının ideolojisinin yaygınlaştırılmasının medyaları olarak işliyordu.
Proleter sınıf örgütlenmesi, sürekli olarak yeni ve daha büyük işçi kitlelerini kapsamasıyla, işçilerin çok çeşitli yaratıcı güçlerinin geniş bir faaliyet alanı hâline geldi. İşçilerin örgütü, yönetmeyi, siyaseti, idareyi, proleter demokrasiyi vs. öğrenmeyi sağlıyor; sınıfa ve bireylere bir gün devleti kendi ellerine alabilme güvencesini, yeteneğini, deneyimini ve özgüvenini kazandırıyordu. Sınıf örgütlenmesi, gelecekteki sosyalist toplumun işlerliğinin değer ölçütü ve örneği sayılıyordu. Bu, ahlaki ön kabuller için de geçerliydi. Bir görev icra ederken kendini maddi çıkara değil davaya adamak. Disiplin, güvenilirlik, dayanıklılık, sebat, uyum sağlama, dayanışma; eylemde, davranışta bilinç, farkındalık geliştirme; sağlamlık, cesaret, kararlılık ve irade gücü, esas olarak sınıf örgütlenmesi aracılığıyla işçilere “öğrenilerek edindirilen” kişilik özellikleri hâline geldi. Her aşamasında işçi hareketi bu değer yargılarını somutlaştırdı ve ideolojik olarak burjuva bireyciliğine ve egoizmine olduğu gibi proleter öncesi kanaatkârlığa ve itaate de karşı çıktı.
Proleter örgütlenmenin niteliğinin ölçütü iki görevin yerine getirilmesine bağlıydı: İşçi sınıfının çıkarlarını gözetip temsil etmek, fikir oluşturma sürecini ilerleterek politikasını başarıyla geliştirmek ve iş bölümüne dayalı bir biçimde yürütmeyi başarmak. Böylelikle kendilerini bir kültür olarak geliştirmeleri, üyelerinin etkinlik alanı hâline gelmeleri ve kadın ve erkek işçilerin kişiliğini önemli oranda belirlemeleri mümkün olabildi.
İşçi hareketinin yerel, ulusal ve uluslararası örgütlenmelerinin sınıf mensuplarının kültürel davranışları üzerindeki etkisini Franz Mehring 19. yüzyılın sonundaki işçi sınıfının devrimci hareketini “İnsanlığın kültürel gelişiminin köşe taşlarından biri” olarak tanımlayarak ifade ediyordu.[17] Wilhelm Liebknecht, 1900’de yaptığı bir konuşmada, uluslararası işçi kongrelerinin kelimenin tam anlamıyla bir kültür edimi olduğunu ve geleceğin kültürünün tohumlarını ektiğini söylüyordu. Zira bu kongrelerde proletaryanın kültüre, kapitalizmden kurtuluşa, emeğin örgütlenmesine dair dünya çapında izleyeceği ve “nihai hedefine emeğin her insanın insanca yaşayabileceği şekilde örgütlenmesini koyan ortak politikası” oluşuyordu.
Lenin de işçilerin politik, sendikal, eğitim ve diğer her türden örgütlerinde “tüm uluslardan işçilerin tam özgürlüğünü, tam eşitliğini” fikir birliği içinde savunmalarını “hakiki bir kültürün teminatı”, “kendilerine ait enternasyonal bir kültürün” ifadesi olarak görmüştür.[18]
Bütün bunların, yani bir işçi sınıfı kültürünün somut olarak, kolektif biçimde inşasının önemi, işçi yaşamı ve kültürü üzerine alan araştırması yapan ilk burjuva sosyal araştırmacılardan biri olan Adolf Levenstein’in 1912’de gerçekleştirdiği anket soruşturmasından çıkardığı sonuçlarda en açık biçimde görülür. Levenstein, 5000 maden, tekstil, metal işçisiyle gerçekleştirdiği araştırmadan hareketle şu değerlendirmede bulunur: “İşçi örgütlenmelerinin zemin kazanmadığı bölgelerde işçi sınıfının nasıl zihinsel olarak yavaş yavaş köreldiğini, yüzlerindeki ışığın nasıl sönmüş olduğunu görmek gerek. Varsın ‘sosyalizm’ illüzyon olsun, genelde illüzyon olarak nitelendirilen şey yaşamın büyük bölümünü oluşturur, ona değer ve değersizlik katar.”[19]
Günümüzde üretim süreçleri parçalanıp üretim alanları dağılırken ücret köleliğindeki muazzam artışla birlikte emekçi sınıflarla tabakaların hareketliliği, dağınık da olsa ücret ve hak mücadelelerinin yaygınlığı, bu mücadelelerde kadınların öne çıkan dinamiği, yaşam alanlarını koruyan yerel halkların mücadeleleri, kapitalizmin fütursuzca yıktığı doğal alanların korunması uğuruna verilen çevre mücadeleleri sınıf mücadelesinin alanları ve bileşenleri haline gelme eğilimi taşıyor. Öyleyse bilim insanları, aydınlar ve sanatçıların bugün siyasal gericiliğe karşı, sıkıştırıldıkları kapitalizmin sınırlarına yüz çevirip işçi ve emekçilerle yan yana, iç içe ve birbirinden öğrenerek, insanca bir dünya idealine yönelmesi için tüm nesnel koşullar mevcut. Ancak buna rağmen, özellikle edebiyat açısından bu duruma uygun bir tablo olduğunu söylemek ne yazık ki henüz mümkün değil. Avrupa’da olduğu gibi Türkiye’de de emekçilerin edebiyattaki görünümleri hâlâ çok cılız.
“Sınıflardan, sömürüden, şiddetten, baskıdan, tahakkümden, kesişimsellikten konuşmak” isteyen Édouard Louis’in ideolojik zemininin tartışmalı doğası bir yana, emekçilerin yaşamına ayna tutan, onu sorgulayan eserleri, egemen burjuva edebiyatına inat konumlanışı önemli ve kıymetli. En azından, çağdaş bir işçi sınıfı edebiyatının neye benzeyebileceğini düşünmek için yarattığı olanaklar için bile. Louis edebi yolculuğunu hangi zeminde sürdürecek, sınıfın tarihsel birikiminden beslenen, ilerlemesine katkı sağlayan, sınıfla birlikte konuşup eylediği bir sapağa varacak mı, bundan sonraki eylemi ve üretimleri gösterecek.
[1] Bir Kadınının Kavgaları ve Dönüşümleri [BKKD]; Can Yayınları, İstanbul 2024, sf. 15
[2] https://blogs.mediapart.fr/geoffroy-de-lagasnerie/blog/260915/manifeste-pour-une-contre-offensive-intellectuelle-et-politique
[3] https://www.bozar.be/en/calendar/meet-writers-didier-eribon-geoffroy-de-lagasnerie-edouard-louis
[4] Sanat ve Siyaset Konuşmaları [SSK]; Tellekt-Can Sanat Yayınları, İstanbul 2024, sf. 14
[5] BKKD, sf. 10
[6] SSK, sf. 19
[7] SSK; sf. 11, 48
[8] Babamı Kim Öldürdü [BKÖ]; Can Yayınları, 6. Basım, İstanbul 2023, sf. 25
[9]https://blogs.mediapart.fr/geoffroy-de-lagasnerie/blog/260915/manifeste-pour-une-contre-offensive-intellectuelle-et-politique
[10] SSK; sf. 24-25, 29, 38
[11] Gamze Yücesan Özdemir; Proleterlerin Gündüzü, İmge Kitabevi Yayınları, 2. Basım, 2024, sf. 19,
[12] Friedrich Engels, Die Lage der arbeitenden Klasse in England [İngiltere’de İşçi sınıfının Durumu]; Marx-Engels Werke, cilt 2, Dietz Verlag, Berlin 1962, sf. 342-343
[13] SSK; sf. 24
[14]Bu cevabı ararken kuşkusuz sanatın başından itibaren işçi hareketinin organik bir parçası olduğunu ama sanatın en önemli sosyal iletişim sistemini temsil etmediğini, hareketin ihtiyaçlarına –ve nesnel yaşam koşullarından kaynaklı sınırlara– tabi kılındığını göz önünde tutmak gerek (bkz: Kultur, Kunst, Lebensweise [Kültür, Sanat, Yaşam Biçimi], yazar kolektifi, Dietz Verlag, Berlin 1980, sf. 127)
[15] Bu başlık altında söylenenler büyük oranda, Berlin Humboldt Üniversitesi’nin bünyesinde kurulan bir Kültür Tarihi Araştırma Grubu’nun, Alman işçi sınıfının kültür tarihi üzerine yürütüp tamamlanamayan bir projenin Horst Groschopp’un kaleme aldığı ve 2002’de dijital kullanıma açtığı “Örgütlenme” kısmına dayanıyor. https://www.horst-groschopp.de/arbeiterkultur/
[16] İşçi derneklerinin ilk dönemlerinde “ödeme akşamı” işçilerin en önemli toplanma biçimiydi. Birkaç işlevi vardı. Asıl toplantı nedeni olan aidat ödemelerinin yapılmasının ötesinde, her şeyden önce bira akşamıydı. Dostluk, eğlenme ve rahatlama sağlıyor, gündelik ağır işçilik ve dar ev ortamının uzağında bir nefes alma yeriydi. Toplantı mekânının meyhane olması nedeniyle “ödeme akşamı” aynı zamanda örgütlü olan ve olmayan işçiler arasındaki bağın “canlılığını” temsil ediyordu. Bu sayede işçilerin istek ve talepleri biçimlendirilmemiş bir halde parti ya da sendika örgütüne ulaşıyordu.
[17] Kultur, Kunst, Lebensweise, sf. 117.
[18] Lenin, “Die Arbeiterklasse und die nationale Frage” (Mayıs 1913) [İşçi sınıfı ve ulusal sorun], Werke, cilt 19, sf. 75.
[19] Kultur, Kunst, Lebensweise, sf. 125



