yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

Billy Elliot: Sınıf, Kültür ve Proletaryanın Kuğu Şarkısı

Aleve ışığı için teşekkür et, ama gölgede durarak tükenmeyen bir sabırla lambayı tutanı unutma.

Rabindranath Tagore[1]

Her değişim, bir ölçüde bir kuğu şarkısıdır, bir ölçüde de bir büyük yeni şiirin başlangıcı.

Karl Marx[2]

 

Gösterime girmesinin üzerinden 25 yıl geçmesine rağmen, Stephen Daldry’nin filmi Billy Elliot (2000), yalnızca işçi sınıfının mücadelesinin yanında saf tutan tavrıyla değil sınıf, sınıf ve kültür ilişkisi, “yüksek” ve “düşük” kabul edilen kültürel pratikler arasındaki çatışma gibi temalar üzerine konuşmaya davet etmesi bakımından da ayrıntılı bir okumayı hak eder. Bu yazı da filmden hareketle birkaç şeyi yapmayı amaçlıyor: 1) Öncelikle, filmin kültür kavramının çeşitli boyutlarını somutlaştıran bağlamından yola çıkarak, kültürün ne olduğuna dair bazı tarihsel tartışmaları kısaca hatırlamak; 2) Kültürün birbiriyle çatışmalı ya da karşıt olduğu düşünülen tanımlamalarının, aslında nasıl bir diyalektik bütünlük arz ettiğini ve bu durumun film bağlamında nasıl görünür kılındığını tartışmak; 3) Filme soldan yöneltilen kimi eleştirilere karşı, Marksist bir perspektiften bir alternatif okuma önermek. Ancak tüm bunlardan önce, filmi seyretmemiş olanlar için filmi kısaca özetlemek istiyorum.

Filmin arka planını, 1984-1985 yıllarında Margaret Thatcher’ın neoliberal politikalarınca ekonomik bulunmayan kömür ocaklarının kapatılması ve binlerce işçinin işten çıkarılması kararına karşı madencilerin başlattığı grev oluşturur. Söz konusu grev ve sonrası, 20.000 işçinin işini kaybetmesiyle sonuçlandığından, “Britanya tarihinin en büyük endüstriyel ihtilafı” olarak kabul edilir.[3]

Bu grev günlerinde, bir madenci kasabasında büyükannesi, her ikisi de madenci olan babası Jackie ve ağabeyi Tony’le yaşayan 11 yaşındaki Billy, boks öğrenmek için spor salonuna devam etmektedir. Boksa pek yeteneği olmayan Billy bir gün spor salonunun bir bölümünü kullanan kız öğrencilerin bale dersine katılır ve bale hocasının davetiyle boks yerine bale derslerine gitmeye başlar. Durumu öğrenen ve balenin “nonoşlar” için olduğuna inanan Jackie ve Tony Billy’yi bale derslerinden vazgeçirmeye çalışırken, Billy’nin yeteneğini fark eden hocası onu Kraliyet Bale Okulu seçmelerine göndermek için Jackie’yi ikna etmeye uğraşır. Bir akşam boks hocasının haber vermesiyle spor salonuna giden Jackie, Billy’yi arkadaşı Michael ile dans ederken bulur. Billy babasının önünde sergilediği, epeyce protesto içeren bir dans gösterisiyle babasının fikrini değiştirmeyi başarır. Oğlunun tutkusuna ikna olan Jackie, Billy’yi seçmelere gönderebilmek için gerekli parayı denkleştirecek bir yol bulmaya çalışır. Hatta grev kırıcı olarak madene girmeyi denese de, Tony tarafından bu kararından geri döndürülür. Sonunda Jackie’nin ölmüş eşinin mücevherlerini rehine bırakması ve madenci arkadaşlarının katkıda bulunmasıyla, Billy’nin Londra’daki seçmelere gidebilmesi için gerekli para toplanır. Oldukça stresli bir seçmenin ve bekleme süresinin ardından, Billy, Kraliyet Bale Okuluna kabul edildiğini öğrenir. Billy’nin kabul mektubunu aldığı gün, haberi vermek üzere madenci arkadaşlarının yanına koşan Jackie sendikanın grevi kaybettiğini öğrenir. Billy bale okuluna gitmek üzere yola çıkarken, madenciler tekrar ocaklara inmektedir. Filmin kapanışında, aradan yıllar geçmiştir. Artık bir genç adam ve baş dansçı olan Billy, Londra’da Kuğu Gölü Balesi için sahne aldığında babası Jackie, ağabeyi Tony ve Billy’nin çocukluk arkadaşı Michael da seyirciler arasındadır. Jackie gözyaşları içinde oğlunu izlerken, filmin son sahnesinde Billy sıçrayarak bir kuğu gibi havaya yükselir.

Kültür tanımları: Matthew Arnold ve Raymond Williams

Billy Elliot’ı özellikle kültür kuramları açısından tartışılmaya değerli kılan, kültürün farklı tanımları üzerine düşünmeye davet etmesidir. Filme bu açıdan yaklaşabilmek için, İngiliz Kültür Çalışmaları geleneğinde özel yerleri olan Matthew Arnold ve Raymond Williams’ın kültüre bakışlarıyla başlamak istiyorum. Bu iki isme dönmemin nedeni, filmin sınıf çatışmasına eklemlediği kültür ve kültürel çatışma meselesine yaklaşımlarında iki temel farklı bakışı temsil etmeleridir.

Bugün de çeşitli biçimlerde “yüksek kültür” olarak anılarak kabul gören, ama aslında felsefi anlamda idealist diyebileceğimiz bir kültür tanımının en erken ifadelerinden birini Matthew Arnold’da buluruz. Arnold yaşadığı 19. yüzyıl İngilteresi’nin toplumsal sorunlarına karşı çözüm olarak bir kültürel dönüşümü savunur. Kültür ve Anarşi (1869) olarak kitaplaştırılmadan önce yayımladığı bir dizi makalede, Arnold İngiliz toplumunun önünde duran önemli bir yol ayrımının bir tarafına kültürü, diğerineyse anarşiyi yerleştirir. Bir başka deyişle, İngiliz toplumu ya yaşadığı toplumsal ve siyasi sorunları bir tür toplu aydınlanma, terbiye ve ilerleme yolu olan kültür aracılığıyla aşacak, ya da anarşi ve kaosa yuvarlanacaktır. Arnold’u endişelendiren acil toplumsal sorun, kendisinin de adını açıkça koyduğu biçimde, sınıflar arası bir çatışma olasılığıdır. Bu açıdan Arnold’un kültür meselesini ele aldığı bağlam, tam da Billy Elliot’ın merkeze koyduğu, temelde sınıfsal ama kendisini aynı zamanda kültürel fark olarak dışa vuran bir çatışma alanıdır. Arnold’un birincil endişesi, adını öyle koymasa da sanayi kapitalizminin yükselişiyle birlikte ona eşlik eden bir kültürel yozlaşmadır. Bunun en belirgin işareti, “insanı olduğu şeyle ya da tatlılık ve ışıktaki ilerleyişiyle değil, yaptığı demiryollarıyla ya da inşa ettiği tapınağın büyüklüğüyle değerlendirmeyi öğreten” ve yalnızca araç olarak görülmesi gerekenleri amaç olarak kutsadığı için, “mekanizmalara iman” eden bir anlayışın egemenliği ve bunun sonucu olarak da maddi koşullardaki ilerlemeye ayak uyduramayan manevi yoksullaşmadır. Arnold’a göre kültürün ana amacı olan kusursuzluğun “ne olduğunu bulma ve onu egemen kılma” çabası aslında “tatlılık ve ışık arayışıdır”. Bu arayış, “bizi en çok ilgilendiren meselelerde dünyada düşünülmüş ve söylenmiş en iyiyi bilmemizi sağlar.”[4] Bu arayışta bize yol göstermesi gerektiğine inandığı Antik Yunan düşüncesinde tatlılık ve ışık güzellik ile zekâya, “şeyleri kendi güzelliği ve hakikati içinde görme çabası”na karşılık gelir ve kültürün nihai hedefi de budur.[5] Bu bağlamda kültürün estetik, ahlak ve bilincin hem kesişim noktasında yer aldığı hem de onların taşıyıcısı olduğu söylenebilir. Arnold’un projesi, kelimenin tam anlamıyla idealist bir projedir ve eğitim yoluyla yanlış fikirlerin doğru fikirlerle değiştirilmesiyle maddi gerçekliğin sorunlarını çözmeyi amaçlar.

Raymond Williams’ın kültüre bakışını özetlemeden önce, Williams’ın Arnold ile entelektüel hesaplaşması üzerine birkaç şey söylemek yararlı olacaktır. Williams, Arnold’un kültür üzerine görüşlerinin kapsamlı bir değerlendirmesini “Yüz Yıllık Kültür ve Anarşi” başlıklı makalesinde ve Kültür ve Toplum: 1780-1950 kitabındaki bir bölümde yapar. “Yüz Yıllık Kültür ve Anarşi”de Williams, Arnold’un anarşinin panzehiri olarak kültürü öneren görüşlerinin 1860’lardaki toplumsal reform taleplerinin yükseldiği yıllarda dile getirildiğini hatırlatır ve benzer taleplerin yükselişte olduğu 1960’larda tekrar “Arnold’un ruhuna seslenilmesi” vesilesiyle “Arnold’da cisimleşen düşünsel kısa devre” dediği eğilimin eleştirisini yapar.[6] Arnold’un eğitim ve kültür aracılığıyla “bir yandan mükemmellik ve insani değerler[e]” ulaşma yönündeki idealist hedefi ile “diğer yandan disiplin ve gerek görüldüğünde bastırma[yı]” zorunlu kılan “anarşi”ye karşı duyduğu tiksinti arasındaki uzlaşmaz çelişkiye dikkat çeker.[7] Arnold genel oy hakkı talebiyle miting yapmak istediklerinde parka girmeleri engellendiği için parmaklıkları parçalayan işçilerin, kendi sözleriyle “şehir eşkıyalarının” eyleminin “anarşiye meylettiğini”[8] söylese de, Williams bugün İngilizler için demokratik kültürün vazgeçilmez bir parçası kabul edilen Hyde Park’taki toplantı ve ifade özgürlüğünün o eylemler sayesinde kazanıldığına işaret eder.[9] Williams’a göre Arnold’un tavrı bir yandan, “hayli farklı düşünme biçimlerinden devşirilmiş tutumlarla birleşebilen, yeni insancıl liberalizmdir,” diğer yandan Arnold “esas itibarıyla azami düzen” istemekte ve Devlet’in gerçek bir ‘otorite merkezi’ olmasını” beklemektedir.[10] Williams Arnold’un özellikle de verili olanın eleştirisini yapma konusunda hakkını teslim etmekle birlikte, onun anlayışında kültürün “yer yer Bağımsız Protestanların selamet fikrine” benzeyen, “en önce sağlama alınacak, geri kalan her şeyin kendisine ekleneceği bir şey” olduğunu, bu yaklaşımda da “kültürün bir fetiş hâline gelme tehlikesi” içerdiğini söyler.[11]

Arnold’un bu idealist kültür anlayışına karşı, bir Marksist olarak Williams’ın kültüre bakışının temelinde materyalist dünya görüşü yatar. Williams’ın konuyla ilgili en çok alıntılanan ve geçtiği makalenin başlığı da olan “kültür sıradandır” cümlesi bu temelle uyumludur ve Williams’a göre kültüre dair başlangıç noktamız bu olmalıdır.[12] Tarih boyunca kültür kavramının geçirdiği değişimleri farklı yerlerde ayrıntılı biçimde ele alan ve “kültür vaktiyle zihnin bir durumu veya alışkanlığı ya da manevi ve düşünsel faaliyetler bütünü anlamına gelirken, şimdi bunların yanı sıra, bütünlüklü bir yaşam tarzı anlamına gelmektedir” diyen Williams çalışmalarında işçi sınıfının yaşam tarzının izlerini sürmeye çalışır.[13] Örneğin, kendisinin de ait olduğu Gal kültüründen söz ederken, “nüfus azalması, işsizlik, sömürü, yoksulluk” gibi gerçeklerin o toplumun günlük yaşam kültürü ve deneyiminin önemli bir parçası olduğunu söyler.[14] Bir başka deyişle, kültür yukarıda sözü edilen ve üst yapıya ait olduğu söylenebilecek, Arnold’un kastettiği anlamdaki düşünsel faaliyetler ve ürünler olmanın yanı sıra, onları önemli ölçüde biçimlendiren ve bir “ortak anlamlar” dünyası üreten maddi gerçekliğe ait koşullardır. Williams, bazıları kültür sözcüğünü bu iki alanı birbirinden ayırarak yalnızca birine atfen kullanmayı tercih etse de, kendisinin bu ikisinin birliğinde ısrarcı olduğunu belirtir.[15] Ortak anlamlar bağlamında işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki temel fark ise, “düşünsel ve yaratıcı” faaliyetlerde değil “toplumsal ilişkinin doğası hakkındaki alternatif fikirler” arasındadır.[16] Buradan bakıldığında işçi sınıfı kültürü, “temel kolektivizm fikri ve onu temel alan kurumlar, davranışlar, düşünme alışkanlıkları ve yönelimler[i]” iken “burjuva kültürü de, temel bireyci fikir ve onu temel alan kurumlar, davranışlar, düşünce alışkanlıkları ve yönelimlerdir.”[17]

Williams’ın kültür üzerine düşüncelerinden değineceğim son iki tanesi Billy Elliot’da olup biteni açmak açısından özellikle önemlidir. İlki, filmin konusu olan madenci grevleri üzerine Williams’ın yazdığı bir makaleden gelir. Grevlerin gerek burjuvazi, gerekse işçi sınıfı açısından ne anlama geldiğini tartışan Williams, madencilerin “doğrudan savundukları şey[in] aslında bir yaşam biçimi”[18] olduğunu söylerken, bunun yukarıda özetlendiği anlamda kültürün bir parçası olduğunu kasteder. İkincisi ise Williams’ın toplumun kolektif ilerleyişinin karşıtı olarak bireysel başarı için kullandığı merdiven benzetmesidir. Williams, işçi sınıfı kültürünün en ayırt edici özelliği olan dayanışma fikrinin karşısında “bireysel fırsat, yani merdiven fikri[nin]” yer aldığını söyleyip şöyle devam eder: “merdiven, burjuva toplum fikrinin mükemmel bir sembolüdür çünkü kuşkusuz tırmanma fırsatı verirken, yalnızca bireysel olarak kullanılabilecek bir araçtır: merdivenden yukarı tek başınıza çıkarsınız.”[19]

Bu merdiven benzetmesine yazının son kısmında tekrar döneceğim. Kültürün farklı anlamları üzerine çizdiğimiz bu çerçeveden hareketle artık Billy Elliot’a dönebiliriz.

Piyanoyu yakmak ya da kültürün tatlı ışığı

Filmin başlarında, sabah elinde kömür kovasıyla odaya giren Jackie evde kömür kalmadığından yakınırken, Billy annesinden kalan piyanoyu çalmaya uğraşmaktadır. Canı sıkkın Jackie Billy’ye çalmayı kesmesini söylediğinde, Billy hayatta olsa annesinin çalmasına izin vereceğini söyler. Bunun üzerine Jackie odadan çıkmadan önce öfkeyle piyanonun kapağını indirir. Billy tekrar çalmaya başladığında, babası odanın kapısına geri dönerek, yumuşak bir sesle Billy’ye boks dersi için parasını buzdolabının üzerine koyduğunu söyler.

Filmin sınıfsal konumlarla ilişkilendirerek sorunsallaştırdığı yüksek ve alçak kültürler arasındaki çatışmada, piyano yüksek kültürün sembolüdür. Babanın Billy’nin piyano çalmasına gösterdiği tepki ve boks dersini hatırlatması Billy’ye kendi sınıfına ait kültüre dönmesi yönünde bir uyarıdır. Billy’nin, “annem olsaydı izin verirdi” cümlesi ise filmdeki kültürel çatışmanın önemli bir bileşeni olarak kodlanan toplumsal cinsiyet rollerine yapılan örtük bir göndermedir. Bu yazıda üzerinde durulmayacak olsa da şu noktayı belirtmeden geçmek olmaz: film toplumsal cinsiyet rolleri açısından boks ve baleye atfedilen anlamlar, Billy’nin en yakın arkadaşı Michael’ın eşcinselliği ve baba ile abinin homofobik tavırları çerçevesinde yüksek kültür (dişil) ile alçak kültür (eril) arasındaki çatışmayı da cinsiyetlendirir ve film üzerine yapılan okumalarda bu konu önemli bir yer tutar. Ama şimdi piyanoya geri dönelim.

Piyanoyla ilgili bir sonraki sahne, tam da Arnold’un işçi sınıfının “tatlılık ve ışıkla” dokunulmadığı takdirde barbarlaşabileceği kaygıları bağlamında okunmaya uygundur. Fabrikada grev sürerken Noel gelip çatmış ama kapitalizme içkin bir çelişkiyle, fazla kömür üretimi nedeniyle işini kaybetmek üzere olan madencinin evinde kömür, cebinde kömür alacak parası kalmamıştır. Dolayısıyla ısınmak için, Jackie eşinden kalan piyanoyu Billy’in üzgün bakışları altında bir balyozla parçalar. Bir sonraki sahnede aile üyeleri şöminede yanan piyanonun saçtığı sıcaklık ve ışıkla birbirlerinin Noelini kutlarken, Jackie şöminenin önünde içini çeke çeke ağlamasına engel olamaz.

Arnold’un perspektifinden bakıldığında Noel’de piyanonun parçalanıp yakılmasını kültüre yönelik barbarca bir eylem olarak okumak gerekirse de, aslında olan hayatın gerçekliğinin idealist bir kültür anlayışına karşı verdiği bir yanıttır. Bu eylem içerdiği şiddet ve yüksek kültürün bir sembolü olan piyanoya yönelmiş olması bakımından Arnold’un korktuğu gibi “anarşik”tir, ama hayatta kalmak ve başka bir boyutuyla kültürü sürdürmek için de kaçınılmazdır. Parçalanan piyano Arnold’un soyut ışığını, ısınmak gibi somut bir ihtiyaç ve Noel gibi geleneksel bir kültürel pratik doğrultusunda, fiziksel bir varlığa ve sıcaklığa dönüştürür. Madenden çıkardığı kömürle ışığı, sıcaklığı ve tatlılığı yeryüzüne taşıyan ama kendisi bundan mahrum kalan sınıf için kültürün soyut anlamdaki ışığının bir anlamı yoktur ve maddi gerçekliğin belirlediği koşullarda hiçbir türden kültürel aydınlanma piyanonun yakılmasını engelleyemez.[20]

Arnold’un bakış açısıyla piyano yakan “barbarlığın” şiddet potansiyelinin somutlaştığı bir eylem de filmde balenin karşıtı olan bokstur ve bu ikisi arasındaki tezat alçak ve yüksek kültür arasındaki hiyerarşik türden bir ikili karşıtlığın aldığı biçimlerden biridir. Ancak bu yazıda göstermeyi amaçladığım üzere, bu tam da yapısöküme uğratılması gereken bir karşıtlıktır. Öncelikle, babası Billy’nin boks yapmasını isterken hem kendi sınıfsal konumunun gerektirdiği mücadeleci bir kültürün, hem de kendisinden beklenen geleneksel erkeklik rolünün gereklerini dikte etmektedir. Williams’ın perspektifinden baktığımızda, Jackie’nin babasından devralıp sonra Billy’ye devrettiği boks eldiveni ortak anlamlar dünyasına ait bir kültürel simgedir. Boksun işçi sınıfı kültürünün neden bir parçası olduğunu, grevcilerle polis arasındaki kovalamaca sahnelerinden de anlarız. Böyle bir dünyada boks öncelikle bir öz savunma yöntemidir. Öte yandan, polislerin Tony’yi kovaladığı ve döverek gözaltına aldıkları uzunca sekans, boks ve dansın bazı açılardan çok farklı olmakla birlikte, benzer özellikler de içeren kültürel formlar olduklarını düşündürür. Bu sekansta arka planda çalan rock müzikleriyle (Tony iyi bir rock müzik dinleyicisidir), Tony de çok daha sert ve ham bir koreografiyle, polislere karşı kendi dansını sergilemektedir. Nasıl ki Billy kum torbasıyla çalışırken, kulağına gelen piyano sesiyle torbanın etrafında dans etmeye başladıysa (ki boksörlerin ringdeki hareketleri danstan çok farklı değildir), Tony’nin kaçış sahneleri de dansı andırır. Bu sahneleri birlikte okuyarak, birbirinden çok farklı bu iki kültürel formun birbirlerinden bir şeyler içerdiğini söyleyebiliriz.

Ne tür benzerliklerdir bunlar? Bir spor olarak amatör boks, en az bale kadar bedenin terbiyesini gerektirdiği gibi, yıkıcı bir enerjinin kurallar çerçevesinde dışavurumu olması açısından da kültürel bir faaliyettir. Boks sokak kavgası ile aynı şey değildir: boksta ringe çıkıp rakibinizi ısırmadan, ona küfretmeden ve en sonunda onun elini sıkarak inmeyi öğrenirsiniz. Eğer kültürün bir anlamı ve amacı da insanın kendini terbiye etmeyi öğrenmesiyse, bundan daha zorlu ve irade gerektiren bir örnek bulmak zordur. Öte yandan, özellikle profesyonel balet ve balerinlerin yıllar boyunca sürdürmek zorunda oldukları çalışma rutinlerini, çoğu zaman dans etmekten parçalanan, örselenen ve nasır tutan ayaklarını düşündüğümüzde, tüm o zarif ve estetik gösterinin altında yine bedenin maruz kaldığı uzun ve acılı bir terbiye süreci görürüz, ki bu da en yüksek kabul edilen kültürel formların bile arka planında yatan ve son ürünün kendisi kadar zarif, estetik, temiz olmayan bir emek ve üretim sürecine işaret eder.

Birbirine tamamıyla karşıt olduğu düşünülen bu kültürel pratikler arasındaki ilişkiyi görmek, Billy’nin filmin sonunda eriştiği konumun içinden geldiği sınıf açısından anlamını doğru değerlendirmek açısından önemlidir. Zira filme soldan gelen bazı eleştirilerin, işçi sınıfına ait olup aşağı ve burjuvaziye ait olup yüksek olarak tanımlanan iki kültür alanı arasındaki diyalektik ilişkiyi ve filmin belirleyici bazı sahnelerinin bu ilişkiye yaptığı göndermeleri atladığını düşünüyorum.

Kişisel başarı ve sınıftan kaçış hikâyesi mi?

Filme soldan yapılan olumsuz eleştirilerin ortaklaştığı nokta, filmi bireye ve bireysel başarıya yapılan bir liberal övgü olarak okumalarıdır. Ellen Barbara filme yönelttiği suçlamada (ki, doğrudan “suç” sözcüğünü kullanır) verilen mesajın popüler kültürün çok sevdiği, “eğer yetenekliyseniz, eğer sıkı çalışırsanız, 111 dakika içinde kaçabilirsiniz” olduğunu öne sürer.[21] Colin Cremin de “sol-liberalizmin estetikleştirilmesinin iyi bir örneği” olarak gördüğü filmi, “en zor koşullar altında bile bireysel çabayla toplumsal hareketliliğin mümkün olduğu argümanını güçlendirmek için madencilerin mücadelesini kullan[makla]” eleştirir.[22] Alan Sinfield alaycı tonuyla, Billy’nin tam da Blair’in “Downing Street’e davet edeceği” örnek bir “kültürel simge” hâline geldiğini söyler.[23] Emma Casey de, filmi bir tür “kaçış/yırtış” öyküsü olarak okurken, filmin “Thatcherizmin popülerleştirdiği ‘sıkı çalışırsan başarırsın’ ilkesine ve ‘Amerikan Rüyasına’ gönderme” yapan popüler kültür ürünlerinden farklı olmadığını savunur.[24]

Bu yorumlardaki ortak nokta Billy’nin hikâyesini, Williams’ın kapitalizmin amentüsü olan bireysel başarı mitini tanımlarken kullandığı merdiven metaforu doğrultusunda okumalarıdır. Filmin kesinlikle bu perspektiften okunamayacağını iddia etmiyorum. Benim savım, işçi sınıfı ve mücadelesine duyduğu açık sempatiyi bir yana koysak ve bir an için filmin söz konusu eleştirilerin iddia ettiği üzere bizi bireysel başarı ve sınıftan kaçış gibi liberal bir çözüm doğrultusunda okumaya davet ettiğini kabul etsek bile, bazı önemli motif ve sahnelerden hareketle, filmin gayet sınıfsal bir perspektiften ve o liberal yönlendirmenin tam tersi bir yönde de okunabileceğidir. Şimdi bunu yapmaya çalışacağım.

Yabancılaşma, Asansör ve Merdiven, Kuğu Gölü

Birlikte seçmelere giderken Billy babasına daha önce hiç Londra’ya gidip gitmediğini sorar. Olumsuz yanıt aldığında nedenini sorunca, Jackie “Londra’da hiç maden olmadığını” söyler. Bu konuşmanın ardından gelen bir sahnede, Billy jürinin önündeyken Jackie salonun dışında beklemekte ve görkemli binayı incelemektedir. Hayranlıkla elini üzerinde gezdirdiği merdiven korkuluğundaki demir işi özellikle dikkatini çeker. Evet, Jackie daha önce Londra’ya hiç gitmemiştir, ama onun çıkardığı kömür sayesinde işlenen ve estetik bir biçim verilen emeğinin ürünü Londra’ya gelmiş ve şimdi onun karşısında ona yabancı bir nesne olarak durmaktadır. Jackie’nin deneyimi; tam anlamıyla Marx’ın yabancılaşma olgusuna uygun, “emeğinin kendi dışında, ondan bağımsız, ona yabancı ve onun karşısında özerk bir erk durumuna gelen bir varlık olarak” ve “nesneye geçirdiği yaşamın, hasım ve yabancı bir yaşam” formunda emekçinin karşısına dikilmesi olarak tanımladığı durumdur.[25] Fiziksel varlığıyla bale okulunun ve kültürel anlamda onun temsil ettiği her şeyin temelinde sınıfının alın teri bulunmasına rağmen Jackie kendisini orada bir yabancı olarak hisseder. Öte yandan, Jackie demir işini incelerken yabancılaşmış emeğinin ürünü ona bir yerlerden tanıdık gelir sanki. Ama bu his yabancılığı aşmak için yeterli değildir, çünkü bu bilinçlenmeyle ya da Arnoldcu anlamda kültürlenmeyle değil, o yabancılaşmayı yaratan maddi koşulların (sınıfın kendisiyle birlikte) ortadan kaldırılmasıyla mümkündür; Marx ve Engels’in sözleriyle proletarya, “kendi öz yaşam koşullarını kaldırmadan kendi kendini kurtaramaz,”[26] dolayısıyla o yabancılığı da aşamaz. O ana kadar emeğinin ürünü de, bazen bir ürün ya da pratikle ilişkilendirilmiş “yüksek kültür” de proletarya için yabancı olmaya devam edecektir.

Aynı yabancılaşma olgusuna atıfla yorumlanabilecek bir diğer sahne de bu ilişkiyi daha anlaşılır kılmasının yanı sıra, filmi yalnızca kişisel bir kaçış hikâyesi olarak gören yorumlara karşı filmi sınıfsal bir perspektiften okuyabilmeyi olanaklı kılar.

Billy’nin bale okuluna kabul edildiği haberini alan Jackie haberi vermek üzere sendikaya koştuğunda, arkadaşlarından grevin sona erdiğini öğrenir. Bunun ardından gelen sekansta önce madencileri asansörle madene inerken görürüz. Hemen ardından, yıllar geçmiştir ve Tony ile Jackie, Billy’nin baş dansçı olduğu “Kuğu Gölü”nü izlemek üzere Londra’dadır. Metro istasyonunda yürüyen merdivende yukarı doğru çıkarlarken, Jackie herkesin aksine yüzünü aşağıya dönmüş ve bale okulunda demir işini izlerken duyduğuna benzer bir hayranlıkla (ve aynı yabancılaşma duygusuyla) görkemli metro istasyonunu incelemektedir.[27] Bir önceki sahnede asansörle yeraltına iniş ile yürüyen merdivenle yeryüzüne yükseliş tam bir tezat oluştursa da, gerçekte iki sahnenin imlediği şeyler arasında diyalektik bir ilişki vardır. Madenciler şimdilik yenilmiş olabilirler, ama yürüyen merdiven yürüyebiliyor ve insanlar onunla birlikte yükselmeye devam edebiliyorsa, bu hemen bir önceki sahnede madenciler sıkış tıkış, kafes gibi bir asansörün içinde yeraltına indikleri içindir. Bu merdiven Williams’ın haklı biçimde kapitalist sistemde bireysel kurtuluşun simgesi olarak tanımladığı merdivenden farklıdır ve tek bir bireyi değil tüm topluluğu yukarı taşır. Jackie’nin hayranlıkla incelediği o ışıl ışıl, pırıltılı, tertemiz ve teknolojiyle donatılmış metro istasyonunu mümkün kılan şey, madencinin yeryüzünün karanlık ve kirli bağırsaklarına yaptığı yolculuktur. Metro istasyonunun ışıltısı ve madenin karanlığı doğrudan ilişkilidir, zira Marx’ın deyişiyle, “ürünü ne kadar biçimliyse, işçi o kadar biçimsizdir; nesnesi ne kadar uygarsa, işçi o kadar barbardır ….emek zenginler için …saraylar ama işçi için inler üretir. Güzellik, ama işçi için solup sararma üretir.”[28]

İşçi sınıfı ve onun yarattığı zenginlikle o zenginliğin yan ürünü olan yüksek kültür arasındaki yabancılaşmış ilişki bağlamında okuyabileceğimiz son öge de “Kuğu Gölü” motifidir. “Kuğu Gölü”nün anlamı sadece finalde Billy’nin dans ettiği eser olmasıyla sınırlı değildir ve Billy’nin “Kuğu Gölü”yle ilk karşılaşma anı önemlidir. Bir gün hocasının arabasıyla eve dönerlerken, Billy kaset çalmak ister. İlk kez duyduğu “Kuğu Gölü” balesinin müziği hoşuna gidince, hocasından hikâyesini dinler. Kötü kalpli büyücünün bir kuğuya dönüştürdüğü ve ancak geceleri tekrar insan formuna dönebilen Odette ile ona âşık olan Prens Siegfried’in hikâyesi, bir aşk öyküsü olmasının yanı sıra filmin bağlamı içinde bir yabancılaşma öyküsü olarak da okunabilir. Odette de kötücül bir gücün elinde, gündüzleri hiç istemediği bir mesaiye hapsolmuş ve ancak o süre dışında geçici süreliğine insanlığına kavuşabilen bir işçi gibidir. Büyü ancak birisi ona âşık olup bağlılık sözü verdiğinde bozulacaktır, bu da o kötücül gücün elinden kurtulup özgürleştiğimiz bir dünyada, yani Marx’ın yabancılaşmanın ortadan kalkmasının bir sonucu olarak vurguladığı, “insanı insan olarak ve onun dünyayla ilişkisini de insanal bir ilişki olarak” göreceğimiz ve “sevgiyi yalnız sevgi ile, güveni yalnız güven ile” değiştirebileceğimiz bir dünyada mümkündür.[29]

Billy’nin hikâyeyi dinlediği ortam da anlamlıdır. Hikâyeyi dinler ve taşıyıcı köprüyle karşıya geçerlerken, çelik köprünün altına asılı, yarı havada ve suyun üstünde süzülen taşıyıcı kabin bir kuğuyu andırır. Billy devasa çelik köprüyü, etraftaki koca vinçleri, mavnaları, kısacası ait olduğu sınıfın emeğiyle yaratılmış olan eserleri babasının bale okulundaki demir işini ve metro istasyonunu izlediği gibi hayranlıkla izler. Güçleri ve kendilerine has teknolojik zarafetleriyle emeğin o ürünleri aynen büyü nedeniyle yabancılaştırıcı toplumsal ilişkilere tutsak edilmiş ve ancak kötü büyücünün yenilip büyünün bozulmasıyla insani işlevlerine ve potansiyellerine dönebilecek kuğular gibidir.

Marx 1844 Elyazmaları’nda yabancılaşma olgusunu tartışırken, “türsel bir varlık” olan insanı hayvandan ayıran en önemli özelliğin, insanın yaşamsal etkinliğinin hayvanınkinden farklı olarak bilinçli, iradi ve özgür olması olduğunu ve gerçek anlamda “üretken yaşamın türsel yaşam” olduğunu söyler. Ancak yabancılaşmış emeğin bu ilişkiyi tersine çevirmesiyle, der Marx, “insan … kendi dirimsel [yaşamsal] etkinliğini, kendi, özünü, ancak varoluşunun bir aracının ta kendisi durumuna getirir.” Kısacası, amaç olması şey gereken araç, araç olması gereken ise amaç hâline gelir. Oysa yine hayvandan farklı olarak insan, “fizik gereksinmeden bağımsız olarak bile üretir ve ancak ondan bağımsız olduğu zaman gerçekten üretir” diyen Marx, tam da Billy’nin etkinliğinin anlamını çözmemizi sağlayacak saptamasını yaparak, “insan güzellik yasalarına göre de üretir” diye ekler.[30]

Seçmelerden çıkarken bir jüri üyesi Billy’ye dans ederken neler hissettiğini sorduğunda, Billy dans ederken her şeyi unutup kendini kuş gibi hissettiğini söyler. Bu türden bir özgürlüğün sanatsal bir biçime dönüştüğü son sahne, Billy’nin yalnızca bir birey olarak değil, madencilerin dayanışmasının ve sınıfının bir temsilcisi olarak, hem sınıfının hem insanlığın zorunluluğun boyunduruğundan kurtulduğunda nasıl bir kuğu gibi havalanabileceğini düşündürür. Dolayısıyla, tüm madencilerin dayanışması ve ailesinin desteğiyle oraya gidebilen Billy kendi potansiyelini gerçekleştirirken, aynı zamanda henüz kuğu misali havaya sıçrayacak özgürlüğe sahip olamayan sınıfının potansiyelini de müjdeler. Madenciler henüz zorunluluğun ve ona eşlik eden yabancılaşmanın hükmü altında olup, Marx’ın sözleriyle, “özgürlük dünyası, gerçekte, ancak, zorunlulukla ve dışsal amaca uygunlukla belirlenen çalışmanın son bulduğu yerde başlar…. Bunun ötesine geçildiğinde, insan gücünün kendi başına bir amaç olan gelişmesi, gerçek özgürlük dünyası başlar; ama bu da, ancak, kendi temeli olarak zorunluluk dünyası üzerinde çiçeklenebilir.”[31]

Yazının başındaki epigrafların anlatmak istediği de budur. İncelikli demir işi ve diğer göz kamaştırıcı özellikleriyle bale okulunun ışıltısı, metro istasyonunun görkemi, yüksek kültür ürünü pırıltılı tiyatrodaki bale performansı, kısacası hepsinin aydınlığı kendileri karanlıkta beklerken lambayı tutan madenciler sayesindedir. Marx’ın babasına yazdığı bir mektupta kişisel bir bağlamda kullandığı “kuğu şarkısı” terimi ise eski bir inanışa göre kuğuların ölümden önce söyledikleri en güzel şarkıya atfen kullanılırken, daha sonra mecazi olarak bir kişinin ölümünden veya emekliliğinden önceki son başarısı anlamında da kullanılmaya başlanmıştır. Tüm bunlardan hareketle, ben filmin son sahnesinde Billy’nin kuğu olarak havaya sıçrayışını sınıftan kaçışa yapılan güzellemenin zirvesi olmaktan çok, Billy’nin sınıfının son ve en büyük başarısı olarak kendini ortadan kaldırırken, kendisiyle birlikte tüm insanlığı kötü büyücünün tutsaklığından ve yabancılaşmadan kurtarma potansiyeline verilmiş bir selam olarak okumayı öneriyorum.

 

 

[1] Kitap Bülent Ecevit tarafından Avare Kuşlar başlığıyla Türkçeye çevrilmiş olmasına rağmen, kitabı bulamadığım için dizeleri şu basımdan kendim çevirdim: Rabindranath Tagore, Stray Birds, New York: The Macmillan Company, 1916, sf. 22

[2] Mihail Lifşits, Marx’ın Sanat Felsefesi, çev. Murat Belge, Ankara: Fol Yayınları, 2019, sf. 35

[3] Grev hakkında bkz. (http://news.bbc.co.uk/onthisday/hi/dates/stories/march/12/newsid_3503000/3503346.stm). Erişim Tarihi: 10.02.2024. Ayrıca, grevin siyasi arka planına daha detaylı bir bakış için, bkz. David Alderson, “Making Electricity: Narrating Gender, Sexuality, and the Neoliberal Transition in Billy Elliot,” Camera Obscura: Feminism, Culture and Media Studies 25 (3 75), sf. 1-27

[4] Matthew Arnold, Kültür ve Anarşi: Siyasal ve Toplumsal Eleştiri Alanında Bir Deneme, çev. Ferit Burak Aydar, İstanbul: Vakıfbank Kültür Yayınları, 2020. Alıntılar sırasıyla, sf. 82, 64, 61, 87,10

[5] A.g.e., sf. 183

[6] Raymond Williams, Kültür ve Materyalizm, çev. Ferit Burak Aydar, İstanbul: Sel Yayıncılık, 2013, sf. 11, 17

[7] A.g.e., sf. 17

[8] Arnold, Kültür ve Anarşi, sf. 98

[9] Williams, Kültür ve Materyalizm, sf. 13

[10] Raymond Williams, Kültür ve Toplum: 1780-1950, çev. Uygur Kocabaşoğlu, İstanbul: İletişim Yayınları, 2017, sf. 185, 199

[11] A.g.e., sf. 200

[12] Raymond Williams, “Culture is Ordinary” Resources of Hope: Culture, Democracy, Socialism. Robin Gable (ed.) içinde. London: Verso, 1989, sf. 4

[13] Williams, Kültür ve Toplum, sf. 30. Ayrıca, Williams’ın kültür sözcüğünün anlam ve kapsam bakımından tarihsel olarak geçirdiği değişimi anlattığı “Kültür”” maddesi için bkz., Anahtar Sözcükler: Kültür ve Toplumun Sözvarlığı, çev. Savaş Kılıç, Ankara: İletişim, 2005.

[14] Williams, “Welsh Culture,” Resources of Hope içinde, sf. 99

[15] Williams, “Culture is Ordinary,” Resources of Hope içinde, sf. 4

[16] Williams, Kültür ve Toplum, sf. 474

[17]A.g.e., sf. 476

[18] Williams, “Mining the Meaning: Key Words in the Miners’ Strike,” Resources of Hope içinde, sf. 126

[19] Williams, Kültür ve Toplum, sf. 481

[20] Piyanonun Noel vesilesiyle yakılmasının ötesinde, Richard Hoggart’ın İngiliz işçi sınıfı üzerine kapsamlı çalışmasında hatırlattığı üzere, “evin iyi ısınması, ‘sıcacık olması’, işçi sınıfından bir ailenin en temel önceliklerindendir. . . .İyi bir ev kadını, ‘ateşi harlı tutması’ gerektiğini iyi bilir . . . zira ateş, görülen ve paylaşılandır.” Richard Hoggart, Okuryazarlığın Kullanımları: İşçi Sınıfı Yaşamının Veçheleri, çev. Mümtaz Kirik ve Levent Ünsaldı (Ankara: Heretik, 2021), sf. 62

[21] (Ellen, Barbara. (2000) ‘Billy, Don’t be a Hero’, Observer Magazine, 8 October 2000. https://www.theguardian.com/theobserver/2000/oct/08/features.magazine7. Erişim Tarihi: 01.10. 2024.

[22] “The Social Logic of Late Capitalism: Guilt Fetishism and the Culture of Crisis Industry”, Cultural Sociology 2012 6: 45, sf. 53. Erişim Tarihi: 01.10. 2024.

[23] “Boys, Class and Gender: from Billy Casper to Billy Elliot,”History Workshop Journal, 62, sf. 169

[24] “Struggle and protest or passivity and control?: The formation of class identity in two contemporary cultural practices,” European Journal of Cultural Studies 13(2) 225–241, sf. 228

[25] Karl Marx, 1844 El Yazmaları: Ekonomi Politik ve Felsefe, çev. Kenan Somer. Ankara: Sol Yayınları, 1976, sf. 155

[26] Karl Marx ve Friedrich Engels, Kutsal Aile ya da Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi, Çev. Kenan Somer. Ankara: Sol Yayınları, 1976, sf. 62

[27] David Alderson da Jackie’nin metro istasyonundaki yabancılık duygusu ve istasyon ile asansör sahneleri arasındaki karşıtlığa dikkat çeker, bkz. “Making Electricity”, sf. 20

[28] Marx, 1844 El Yazmaları, sf. 156

[29]A.g.e., sf. 234

[30]A.g.e., sf. 160-162 (İtalikler orijinalinde).

[31] Karl Marx, Kapital: Ekonomi Politiğin Eleştirisi (Cilt III), ed. Friedrich Engels, çev. Mehmet Selik ve Erkin Özalp, sf. 806-807

M. Barış Gümüşbaş
diğer yazıları

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir