Bu yıl 44’üncüsü düzenlenen İstanbul Film Festivali’ndeki Altın Lale Yarışmasında yarışan filmlerden
biri de Yönetmen Tolga Karaçelik’in uzun ismiyle dikkat çeken filmi Saykoterapi: Bir Seri katil
Hakkında Yazmaya Karar Veren Yazarın Sığ Hikayesi. Filmin adı uzun olduğu için yazıda Karaçelik’in
son filmi olarak anmaya çalışacağım.
Festivalin yanı sıra 18 Nisan’da gösterime de giren Tolga Karaçelik’in son filmi, tamamı New York’ta ve
yabancı oyuncularla çekilmiş bir film. Ünlü oyuncu Steve Buscemi’nin Kollmick karakteriyle başrolde
olduğu filmde, son dönemlerde Severance dizisi ile de dikkat çeken Britt Lower da Suzie karakteriyle
yer alıyor. Ayrıca filmde Keane adlı yazarı da oyuncu John Magaro canlandırıyor.
Film son kitabını yazmakta zorlanan Keane’in bir seri katil olan Kollmick ile tanışıp, seri katillik üzerine
kitap yazmaya çalışmasını konu alıyor. Fakat ikili bu yola girmeye çalışırken Keane’in eşi Suzie’ye yalan
söylemek zorunda kalıyor. Suzie yazarlığı artık arkadaşları tarafından tiye alınan Keane ile boşanmayı
düşündüğü sırada bir gece Kollmick’i evde görünce Keane ve Kollmick durumu kurtarmak adına onun
bir evlilik terapisti olduğunu söylüyor. Böylelikle Keane geceleri seri katillik için Kollmick’ten
danışmanlık alıyor, gündüzleri ise Suzie ile birlikte yine Kollmick’le evlilik terapisi yapıyor. Sonrasında
ise işler iyice karışıyor ve Suzie bazı emareler yüzünden ikilinin peşine düşüyor.
Tolga Karaçelik’in filmografisine baktığımızda farklı türlerde film çektiği görülüyor. Kelebekler filmiyle
mizaha yaklaşan ve son filmi ile kara mizah ve film noir özelliklerini birleştiren bir çabası var. Filmin
kendine has bir mizahı da var ama hemen açılmıyor, ikinci yarıdan sonra mizah dozu artıyor. Klasik
mizahi unsurlar kullanılıyor, karakterler daha çok olay akışına sırtını yaslıyor. Örneğin Suzie’nin
Keane’e karşı öldürmeye kadar varacak olan kızgınlığının altı dolmuyor. Kollmick’in seri katilliği biraz
sığ kalıyor. Geriye biraz fazlasıyla Keane ve onun şaşkınlığı kalıyor. İzleyiciyi güldüren de o oluyor. Öte
yandan karakterler tam ikna etmese de Steve Buscemi’nin ya da Britt Lower’ın oyunculuğu
karakterleri ilerleten dinamik oluyor.
Saykoterapi: Bir Seri katil Hakkında Yazmaya Karar Veren Yazarın Sığ Hikayesi Amerikan sinemasında
(buna bağımız Amerikan sineması da dahil) benzerlerini gördüğümüz bir kaza mizah duygusundan
öteye geçemiyor. Elbette kendi özgün mizahını yok sayarak söylemiyorum bunu ama yine de yeni ve
başka hissi vermiyor. Fakat bu türü sevenler açısından görülmesi gereken de bir film.
Kendi Döngüsünü Yaşayan Filmler
Yönetmen Tayfun Pirselimoğlu’nun son filmi İdea da artık ana yarışma da diyebileceğimiz, Altın Lale
ödülü için yarışan filmlerden biri. Pirselimoğlu’nun sinemasını bilenler için yabancı olmayacak bir film
İdea. Tayfun Pirselimoğlu auteur bir yönetmen olarak kabul ediliyor. Kendi çağı açısından ayırt edici
özellikleri olan bir yönetmen. Ama auteur kavramına getirilen en sık eleştirilerden bir tanesi
yönetmene tanrısallık katması. Elbette Pirselimoğlu doğrudan kendisi için bu kavramı kullanıyor mu
bilmiyorum ama yakıştırıldığı için buradan bir açıklama çabası içerisine girdim. Sanırım bu tanrısallık
yıpranmaya başlıyor, sadece Tayfun Pirselimoğlu açışınsan değil tabii. Ama onun özelinde bahsedecek
olursak İdea Pirselimoğlu’nun kendi yarattığı tür içinde bir çeşit döngüye girdiğini de gösteriyor. Ki
filmin kendisi de bir çeşit döngüden bahsediyor.

Kısaca konuyu özetleyecek olursak, Tarhan Karagöz’ün canlandırdığı Kemal, zengin bir iş adamına ait,
ıssız bir villada bekçi olarak çalışıyor. Kemal bir akşam şehir merkezinden dönerken otobüse binen ve
inerken ardında üstünde yalnızca “İdea” yazan kitabı bırakan gizemli adamın kitabını incelemek üzere
eline alıp daha sonra yerine bırakıyor. Sonrasında ise dosyada gizlilik olduğu söylenen bir soruşturma
kapsamında gözaltına alınıyor. Olaylar ilerledikçe “sol görünümlü” bir örgütün lideri kabul edilip
suçlanıyor.
Kemal’in gözaltına alınışı, dosyada gizlilik olduğunu söyleyen emniyet bürokratları vs. tüm bu unsurlar
Pirselimoğlu’nun anlatım dünyasında 90’larvari (hatta 80’ler de denebilir) bir görünüme sahip. Baskı
mekanizmaları, yöntemleri hep geçmişin izlerini taşıyor. Pirselimoğlu’nun grotesk dünyasının
unsurlarını daha çok eski tarzda devlet aygıtı oluşturur. Devletin dosyaya gizlilik kararı vermesi ya da
olmayacak suçlamalar icat etmesi meselesi değişmedi. Bunu her çağda layıkıyla yapıyor fakat
görünümü değişti. Belki Pirselimoğlu bu döngüye işaret ediyor ama kendisi de sineması açısından o
döngünün içine girmekten kurtulamıyor. Sonunun ya da mekanlarının bile artık yabancı gelmediği,
benzer oyuncularla da çekildiği için tahmin edilebilirlilik seviyesinin yükseldiği filmler yapıyor
Pirselimoğlu. Elbette onun açısından bu geniş bir tablonun parçaları olabilir. Kitapları da olan Tayfun
Pirselimoğlu’nun hem film hem de kitap üçlemeleri var. Ama aynı tablonun ayrıntılarında farklılık
görmek de devamlılık hatası vermeyecektir diye düşünüyorum…



