yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

Hüzünlü ve Şiddetli Bir Gerçek Bize Ne Verebilir?

“Sanat dünyayı tahammül edilemez kılmalı, bunu da dünyanın zaten gerçekte ne kadar tahammül edilemez halde olduğunu göstererek yapmalı, bunu yaparak başkalarına enerji ve ilham verebiliriz, onlar da dünyayı kendilerince daha tahammül edilebilir, daha güzel bir hale getirebilir.” (S.S.K. s.46)

Rakamlar, istatistikler, işsizlik oranları, asgari ücretle alınabilecekler ve daha bir sürü “veri”nin “çıplak gerçek” olarak yoksulluğu anlamak üzere her gün üstümüze boca edildiği bu dönemde asıl gerçeği örtmekten, onu görünmez kılmaktan başka bir işe yaramayan bu rakamların arkasındaki hayatların asıl anlaşılabileceği ve “ne kadar tahammül edilemez olduğu”nu görebileceğimiz yegâne yer edebiyat ise, bugün tam da bu yüzden Édouard Louis’yi görmemiz gerek. Yazının fiziki sınırlarından dolayı ancak birkaç başlık üzerinden bile olsa Louis’nin edebiyatında yoksulları, işçi sınıfını nasıl ele aldığına; sınıfın yaşam koşulları ile düşünce dünyası arasındaki ilişkiye, yoksulların duygu dünyalarına, başka sınıf veya toplumsal gruplarla karşılaşma anlarında ortaya çıkan fark yaralarına ya da yeniden ürettikleri ve başka ezilenlere yönelttikleri öfkelerine nasıl yaklaştığına bakacağız.

YOKSULLARIN DEVREDEN VE DEĞİŞMEYEN HAYATLARI

Édouard Louis’nin yazdıklarında işçi sınıfının yaşadıkları yerler, yaptıkları, alışkanlıkları, zevkleri ve kısmen düşünceleri -ki bu en tehlikeli yeridir- donuk, değişmez, kuşaktan kuşağa olduğu gibi aktarılan şeyler olarak sunulur daima. Her fırsatta buna dikkat çekilir. “Kasabalıların aynı tecrübeleri kusursuz bir benzerlikle, nesilden nesile yeniden üretmeleri ve her türlü değişime karşı direnç göstermeleri”dir (E.S. s.41) söz konusu olan. Hayatların her biri tekil ve benzersiz değil, çok az farklarla neredeyse aynıdır. Örneğin; kasabadaki okulun öğretmenlerinden birinin “Büyükannesinin hikâyesi benim büyükannemin hikâyesiyle aynıydı, farklılığa çok az imkân sağlayan kasabadaki tüm büyükannelerin hikâyesinin aynısı.” (E.S. s.70) der.

Günlük hayatın rutinleri, genç oğlan çocuklarının eğlenceleri, her şey “dünya dönmeye başladığından beri” aynıdır ve hiçbir şey asla değişmiyordur:

Dünya dönmeye başladığından beri aynı şey oluyordu: Ergen oğlanlar her akşam burada buluşuyor, içki içip sohbet ediyorlardı. Babam ve ağabeyim de zamanında aynı yerde, aynı şeyleri yapmıştı. Kasabaya döndüğümde, ayrılırken sekiz yaşında bıraktığım çocukları gördüm durakta bekleyen. Birkaç yıl önce benim durduğum yerde duruyorlardı. Hiçbir şey değişmiyordu, asla. (E.S. s.79-80)

Artık büyük bir yazar olup Paris’e yerleşmiş Louis, yıllar sonra gittiğinde de aynıdır kasaba. “Buradan en son, taşradan nefret ettiği[ni] ve bir daha katiyen dönmeyeceği[ni] söyleyerek ayrılmış” olsa da dönmüş ve aynı manzarayla karşılaşmıştır.

Son gelişimi hatırlıyorum, baştan sona aynı şey, yine aynı arabayla aldı beni bu hafta başı, yine aynı araba, yine aynı mide bulantısı, soğuk tütün kokusu, kapının öbür tarafından geçip giden aynı mısır ve kolza tarlaları, leş gibi kokan aynı şeker pancarı arazileri, dip dibe sıralanmış tuğla evler, tiksindirici Ulusal Cephe afişleri, çirkin küçük kiliseler, kapanmış benzin istasyonları, çayırların ortasına kondurulmuş, ayakta zor duran süpermarketler, o malum, kasvetli Kuzey Fransa manzarası, bulantı tutmuştu. (Ş.T. s.17)

Bu “iç açıcı” manzarayla yaşayan insanlar aslında “Bir yandan kendilerini aşan toplumsal güçler tarafından onlara dayatılan, bir yandan da bilinçli olarak üstlendikleri roller”i (E.S. s.64) sürdürürken çemberi kırma, şartlarını değiştirme ve çıkıp gitmeyi de düşünürler aslında. Bilhassa gençken. Ancak bu yoksul evlerin, işçi kasabalarının günlük hayatı, mecburi işleri, insan ilişkileri öyle şekillenmiştir ki dışına çıkmak neredeyse imkânsız gibidir. Dışarı çıkmanın, terk etmenin sembolü ve garantisi olarak görülüp arzulanan araba ehliyeti bile günün sonunda, elde edildiğinde kişiyi oraya daha da bağlayan bir şeye, bir zincire dönüşür:

Kasabanın erkekleri kanunen reşit olur olmaz ehliyet sınavına girerler, bu sayede mahkûm oldukları kasabadan kurtulacaklarını, (o güne kadar çıkmadıkları) seyahatlere çıkabileceklerini, istedikleri kadar gezebileceklerini (civardaki diskoteklerin ya da birkaç kilometre uzaktaki denizin ötesine geçebileceklerini) düşünürlerdi.

Bu pembe renkli, kıymetli belgeyi alabilmek için genelde bütün yaz fabrikada çalışırlardı – çoğu zaten orada işe girmiş olurdu çoktan. Bu ehliyetin onları kasabada tutan etkenlerden biri olduğunu, onun da bu sistemin bir parçası olduğunu görmezlerdi. Akşamları otobüs durağında değil, arabada -üşümeden, radyodan müzik dinleyerek- içeceklerdi bundan böyle, fark buydu sadece. (E.S. s.135)

Daha rahat bir yaşamın kapılarını açacak, az biraz refaha erdirecek bir şey olarak “ev sahibi olmak” reklamlarla teşvik edilirken böyle bir beklentiyle girişilen mülk sahipliği bile yoksulların hayatının daha da kötüleşmesine sebep olur. Tüketime zorlanmaktan ve mevcut hayatına daha sıkı bağlarla bağlanmaktan başka bir işe yaramaz ev almak bile.

Büyükannem bir ev satın almanın, reklamlardaki ya da siyasi sloganlardaki karşılığıyla ev sahibi olmanın kendisini daha yüksek bir statüye, daha güzel bir yaşama ulaştıracağını düşünmüş fakat bunu yaptıktan, yani bir ev satın aldıktan sonra hiçbir şeyin değişmediğini, hatta belki de aksine, aldığı krediyi geri ödemek zorunda olduğu için durumunun zorlaştığını çok geçmeden fark etmişti. (E.S. s.70)

Louis zinciri kırmanın, dışarı çıkmanın ve hayat şartlarını değiştirmenin neredeyse imkânsız olduğunu, “çıkış imkânlarının”, “daha güzel bir yaşam” çabalarının kendisinin bile insanı mevcut düzene bağlayan bir şeye dönüştüğünü söylerken, insanların bu şartlara gömülüp kalmasının sorumlusu olarak onları göstermek yanlışına düşmez ama. İnsanların yeteri kadar eğitimli olmadıkları, yeterince çalışkan olmadıkları ya da karşılarına çıkan fırsatları değerlendiremeyip “hata” yaptıkları için bu hâlde oldukları fikrine annesi üzerinden karşı çıkar. Annesi, bugün bu hâlde olmasını geçmişte yaptığı “hatalar”a bağlar çünkü.

Oysa çizdiği yolun -o buna hatalarım diyordu- aksine, kusursuz işleyen bir sistemin gereklerini tam olarak karşıladığını, neredeyse önceden belirli, değişmez kurallara harfiyen uyduğunu anlamazdı. Ailesinin, annesiyle babasının, erkek ve kız kardeşlerinin, hatta çocuklarının ve tüm kasabalıların aynı sorunları yaşadığının, hatalarım adını verdiği şeyin aslında şeylerin normal seyrinde akışının kusursuz bir göstergesi olduğunun farkına varmazdı. (E.S. s.56)

İyi hayatlar kurmamıza engel olan her “hatamızın” “aslında şeylerin normal seyrinde akışının kusursuz bir göstergesi olduğunun farkına varma”nın bu sefil hayatlarımıza ve kendi sorumluluklarımıza bakışımızı nasıl değiştirebileceğini düşünelim. Örneğin bugün yüzbinlerce genç üniversite sınavını kazanıp da avukat ya da doktor olamayacak çünkü onların MESEM’lerde çocuk işçi olarak çalıştırıldıktan sonra eğer olur da bir iş cinayetine kurban gitmezlerse bir fabrikaya girip işçi olmalarını sağlayacak kusursuz bir akış var. Ama sınavı iyi geçmediği ve ailesinin beklentisini karşılayamadığı için bu öğrencilerin büyük çoğunluğu bunu kendi hatası olarak görecek, yeterince iyi çalışmadığını düşünecek. Louis yazdıklarıyla bunun böyle olmadığını, yoksullara, eşcinsellere, cümle ezilenlere çizilen yolun kuşaklardır onları oldukları yerde tutmak üzere çizildiğini gösterme olanağı açısından oldukça kıymetli.

Ancak Edouard Louis’nin bu “değişmeme”, “her şeyin aynı kalması” ve “donukluk” vurguları yoksulların nasıl bir cendereye alındığını, en ufak bir “gelişme”den, hayat şartlarının iyi yönde “değişiminden” nasıl mahrum bırakıldığını gösteren birer örnek olarak ne kadar değerliyse, göremediği başka bir şeyi işaret etmesi açısından da bir o kadar öğretici. O da şu ki bütün bu sıkışmışlığına, asırlardır süren sefaletine, fabrikalarda biteviye üretilen kahrına rağmen, sırf bir insan tekinin “hayatı” olmasının bile sağlayacağı “renkten”, “canlılıktan” ve “insanilikten” mahrum bir sınıf panoraması, dışarıda bıraktıklarıyla eksik kalmaya mahkûm. Bunu bir çeşit “prolofobi” suçlaması olarak değil, gerçekçilik tartışmasının bir uzantısı olarak söylüyorum. En kötü koşullarda, en karanlık zamanlarda bile hayatın diğer yanında bir hareket vardır: İşkencedeki adamın aklına gelen komik bir anı, sert bir mücadelenin ortasında neşeli bir an, yıllar sonra yaşanmış kötü şeyler hatırlanıp anlatılırken bile gülünecek bir olay… Louis’de bir okur olarak bunun eksikliğini duyduğumu söylemeliyim.

Kasabadaki hayatın değişmeyen yanlarından biri de kuşaktan kuşağa aktarılan mesleklerdir. Erkekler ve kadınlar için farklı mesleklerden bahsediyor olsak da ortak olan şey “İşçiliği Öğrenmek”tir. İşçi sınıfından çocukların da işçi olacağı gerçeği öylesine kesindir ki beş ya da altı yaşındaki Louis’nin annesiyle bir diyaloğuna şöyle yansır:

Anne, fabrikalar geceleri duruyor mu, onlar da uyuyor mu?

Hayır, fabrikalar uyumaz. Hiç uyumaz onlar. Babanla ağabeyin bazen o yüzden gidiyorlar geceleri fabrikaya, durmasın, uyumasın diye.

Büyüyünce ben de mi gitmek zorunda kalacağım geceleri fabrikaya?

Evet. (E.S. s.31)

Okul ya da eğitim de tıpkı ehliyet gibi bir çıkış bileti olamaz. Çocukların birçoğu zaten daha okurken çalışmaya başlarlar. Okul bittiğindeyse artık işçi olmanın önünde hiçbir engel kalmaz. Okul ve fabrikanın yerleri bile bir devamlılığa, sürekliliğe işaret eder. “Okulla fabrikayı birbirinden ayırmanın imkânı yoktu[r] zira aralarında birkaç adım mesafe vardı[r]. Çocukların çoğu, özellikle de delikanlılar, okul biter bitmez fabrikada işe girerlerdi. Aynı kırmızı tuğlalarla, aynı çelik levhalarla, beraber büyüdükleri aynı insanlarla orada tekrar buluşurlardı.” (E.S. s.30)

Oğlan çocuklarının yolu bir kez fabrikaya düştükten sonra oradan ya Louis’nin babasında olduğu gibi bir iş kazasıyla ya da emeklilikle çıkabileceklerdir. Peki ya kasabanın kadınları? Kaçınılmaz olandan başlayalım, çocuk yapmak: “Kasabalı kadınların çocuk yapmak istemelerinin sebebi sanki kadın olmak istemeleriydi, gerçek bir kadın olmanın şartı buydu, sistem böyle işliyordu. Aksi takdirde adları ya lezbiyene ya frijite çıkıyordu.” (E.S. s.48) Kadınlar için çalışmak ise çoğunlukla kasiyerlik demekti.

Kasiyer kadınlar -zira kadınlara layık görülen işlerden biridir kasiyerlik, erkekler bunu onur kırıcı bulur- yaşıtları liseye gitmeye, hafta sonları dışarı çıkmaya başlamışken ellerinin, bileklerinin sakatlanmasına, eklemlerinin aşınmasına alışırlardı. Sanki gençlik denen şey biyolojik bir olay, basit bir yaş meselesi ya da hayatın belli bir dönemi değil, topluca ergenlik adı verilen deneyimlerin ve duyguların keyfini (toplumsal konumları sayesinde) sürebilecek olanlara tanınan bir ayrıcalıktı. (E.S. s.35)

Kasiyer kızların durumuna, daha genç yaşta maruz kaldıkları meslek hastalıklarına bakarak onların tek tek bireyler olarak değil bir sınıfın gençleri olarak mahrum kaldıkları deneyim ve duyguları, yani yaşayamadıkları “ergenlik”i görür Louis. Ergen olamadan çalışmaya başlayıp zoraki birer yetişkine dönüşen bu kızlar “Ağrıyan eklemlerinin acısını dindirmek için her akşam ellerini ılık suya batırmak zorunda kalıyordu, kasiyer hastalığı. Ağrımaktan kasılan bedeni yüzünden geceleri sancı içinde geçiyordu, (…) İnsan o kadar da alışamıyor acıya.” (E.S. s.35)

Bir inşaat işçisi olan babam malayla kürek sallamaktan bileklerine ve dirseklerine ağır hasar verdiğinde gittiği doktor kendisine “tenisçi dirseği hastalığı” teşhisi koymuştu. O güne kadar tenis raketi tutmamış bir inşaat işçisinin hastalığı tenisçiler üzerinden adlandırılmıştı. Oysa yapı yükseltmek, ördüğün duvarı sıvamak çok daha eski ve yaygın bir iş olsa gerek. Louis’nin burada kasiyer kızların ağrılarını onların meslekleriyle ilişkilendirerek adlandırmasında, ona gününü gecesini zindan eden acılarıyla yaptığı iş arasında bağ kurmasında bu yüzden bilinçli ve önemli bir kavrayış görüyorum ben.

Kasabadaki kızların, kasiyerliğe ya da tezgahtarlığa nasıl vardıklarının, başka bir insan olma hakları ve arzularının nasıl da “doğallıkla” ellerinden alındığının en güzel örneği ise Louis’nin ablası.

Ablam en başta, ortaokula giderken, ebelik eğitimine yönelmek istemiş ama sonradan bundan vazgeçmiş, çok para kazanmak için İspanyolca öğretmeni olmaya karar vermişti. (…) Üçüncü senesinde bir işletmede staj yapması gerekiyordu ve öğretmeni onu kasabanın fırınına yönlendirdi. Ablam bu stajdan birkaç hafta sonra anneme (hayal kırıklığı: Keşke daha iyi bir mesleği olsaydı) artık İspanyolca öğretmeni değil, tezgahtar olmak istediğini açıkladı. Seçiminden emindi, rehber öğretmen haklıydı. Mesleki eğitim alırken para kazanacak, bu parayla da ailesinin durumu olmadığı için gençliği boyunca yapamadığı şeyleri yapabilecekti. (E.S. s.68-69)

Ebelikten İspanyolca öğretmenliğine, oradan tezgahtarlığa. Bir zorunluluk (ailesinin durumu olmadığı için para kazanmak gereği) ve bir hayalin (kazanacağı parayla gençliği boyunca yapamadığı şeyleri yapma isteği) vardığı yer. Yine o kaçınılmaz ve önceden yazılmış son. Ama ablanın gerçek sonu tezgahtarlık bile olmaz. Değişip güncellenen hayaller en nihayetinde annenin “mesleğiyle” son bulur. Tıpkı babasının çalıştığı fabrikaya giren oğlan çocukları gibi.

Sabrina ebe olmak istiyordu. Genelde tıbbi sekreter, tezgahtar, hırslıysa öğretmen ya da ev kadını olmak isteyen kasabanın diğer kızlarından bu yönüyle ayrılıyordu. / Sabrina’nın tıp öğrenimi görmek istemesi hem alay edilen hem de aşağılanan bir tercihti. / Kendini bir anlatışı var, sanırsın tanımıyoruz, ne masallar, hanımefendi özel zannediyor kendisini, hepimizden iyi sözde. Zamanla hedeflerini küçülttü, tıpkı başta cerrah, sonra pratisyen hekim, sonra hemşire, sonra hemşire yardımcısı, son olarak da bakıcılıkta (annemin mesleği, yaşlıların evlerine uğrayıp ilaçlarını vermek ve götlerini temizlemek) karar kılan ablam gibi. (E.S. s.143)

Devreden meslekleriyle, sefaletleri, rutinleri ve manzaralarıyla Fransa’nın kuzeyindeki bu kasabada herkesin ruhuna sinen, düşüncelerini, sözlerini, davranışlarını belirleyen, varoluşlarının temel bir parçası haline gelen ve elbette yine nesilden nesile aktarılan bir şey de duygulardır, özellikle de utanç duygusu.

KIYASLA GÖRÜNEN FARK YARALARI

Louis’nin edebiyatından sınıfa dair görebildiğimiz ve belki de en dikkate almamız gereken yönlerden biri de sınıfın duygularının kendini başkalarıyla, burjuvalarla, şehirlilerle, zenginlerle sınıfsal aidiyetleri ve bunu kültürel görünümleri üzerinden kıyaslayarak bir yara hâlini alması. “Sınıfın Gizli Yaraları” diyebileceğimiz bu fark yaralarının en baskın duygusu ise utanç.

Bu sadece sınıfın en kitlesel biçimde hissedilen duygusu değil, Louis’nin bireysel olarak da bütün geçmişini ve bugünkü yazma motivasyonunu belirleyen şey aynı zamanda. “Farklı” bir çocuk olarak ailesinin ve toplumun bir oğlan çocuğu olduğu için kendisinden beklediği pek çok şeyi karşılayamayan Louis doğru düzgün futbol oynayamadığı, kulübe gitmediği için kulüp yönetici ile babası arasında geçen bir konuşmada babasının mahcubiyetini görür. “Anne babasını başkalarının karşısında utanırken gören bir çocuğun her zerresine yayılan o izah edilemez duygu sardı içimi, sanki dünya bir saniyede yerle bir olmuş, bütün anlamını yitirmişti.  (E.S. s.27-28) Oğlunun eksik erkekliğinden, sürdüremediği rollerden dolayı duyduğu utanca Louis de çoğu zaman ortak olur. Okulda, kasabada, evde elini kolunu ne yapacağını bilememenin ve bu yüzden dalga konusu olmanın utancıyla yaşar.

Ama utanç asıl olarak sınıfsal eşitsizliklerde ve diğer sınıfla, zenginlerle karşılaşma anlarında ortaya çıkar. Ülkedeki en yoksul kesime ayda bir verilen yiyecek kolisini almaya aşevine gittiklerinde her defasında annesi sıkı sıkı tembihler Louis’yi:

Kimseye anlatmak yok, sakın, aile arasında kalacak tamam mı, aşevine gittiğimizi falan kimseden duymayayım sakın. Ne var ki, bana ikazda bulunmalarına gerek olmadığının, bunu uzun zaman önce anladığımın, nasıl bir utanca sebep olduğunu bildiğimin, canımı almakla tehdit etseler bile kimseye söylemeyeceğimin farkında bile değillerdi. (E.S. s.43)

Bir çocuk olarak yardım kolisi alıyor olmanın nasıl bir utanca sebep olacağının bilgisini çoktan yüklenmiştir Louis. Yoksulluğun utanç verici olduğu fikri insanın kendini bunun sorumlusu olarak görmesinden kaynaklanır biraz da. Yukarıda da belirttiğimiz üzere yeteri kadar eğitim almadığın, yeteri kadar çalışmadığın için yoksulluğun senin suçun olduğunu söyleyenlere karşı Louis bunun böyle olmadığında ısrar eder. Bu fikrin ve yoksulluktan duyulan utancın “başlı başına siyasi bir mesele” olduğunu söyler:

Eddy’nin Sonu’nu yayımladığımda, ki bu kitapta çocukluğumda şahit olduğum yoksulluğu, hem büyüdüğüm kasabadaki hem de ailemdeki yoksulluğu anlatmıştım, annem beni aradı ve, “Neden kitabında yoksul olduğumuzu söyledin?” dedi. Bunu söylememi istemiyordu, çünkü yoksulluktan utanıyordu. Çünkü hükümetler, egemenler yoksulları yoksulluklarının suçlusu olduğuna inandırıyorlar, bunu sürekli yapıyorlar – yeteri kadar eğitimli değilsen bu senin suçun, yeteri kadar çalışmadıysan bu senin suçun… Acı çeken insanlar da bu yüzden artık şunu söylemek istemiyor: “Ben acı çektim.” Bu başlı başına siyasi bir mesele. (SSK. s.24)

Bu bilgi -aslında ne kadar yoksul oldukları bilgisi- ölse bile paylaşılmayacak kadar mahremdir, Louis daha küçük bir çocukken bilir bunu. Annesi ise onca yıllık ömrünün sonunda bile yoksulluğu duyulunca utanır. Yoksulluktan duyulan bu utanç küçükten büyüğe bütün sınıfın deneyimlediği ortak duyguların başında gelir. Ama neredeyse en dipte olduklarını görmemize rağmen, daima kendinden daha aşağıda birinin varlığına inanmak, ona tutunmak ve böylece ya kendini daha imtiyazlı hissetmek ya da şükredebilmek için -aslında hayata devam etme gücü bulabilmek için- daha kötüsünü görmek ihtiyacı duyar Louis’nin ailesi. Tam burada Araplar ya da kendilerinden daha yoksul komşular devreye girer.

Annemin daimi telkinleri doğrultusunda Araplardan ya da aşırı yoksul komşularımızdan üstün olduğuma sonuna dek inanarak büyümüş, hiç ummadığım kadar ayrıcalıksız olduğumun farkına ise ancak ortaokulu bitirdiğim zaman varabilmiştim. Benim dünyamdan daha iyi dünyaların var olduğunu bundan önce de biliyordum. Babamın sövdüğü burjuvalar, kasabanın bakkalı ya da arkadaşım Amélie’nin ailesi mesela. Hatta sürekli aklımdan geçirdiğim şeylerdi bunlar. Ama bu diğer dünyaların varlığına o güne dek doğrudan şahit olmadığım, içlerine girmediğim için, tüm bilgim bir sezgi ya da hayal seviyesinde kalmıştı. (E.S. s.78)

Kendilerinden bir üstte kasabanın bakkalı, bir altta ise daha yoksul komşularının olduğu sınıfsal yelpaze Louis’nin kasaba dışından arkadaşlar edinmesiyle, “onun dünyasından daha iyi dünyaların” varlığının farkına varmasıyla daha da genişler. Özellikle okuldan arkadaşı Amélie’yle farkları bize sembolik karşılaştırmalar yapma imkânı sunar. İki sınıf, iki aile, iki akşam yemeği:

Benimkinden daha saygın bir dünyaya ait olduğunu anlamamı sağlamıştı. Ben servis durağında boş boş zaman geçirirken, onun gibi, Amélie gibi çocuklar, anne babalarının onlara aldıkları kitapları okuyor, sinemaya, hatta tiyatroya gidiyorlardı. Anne babaları akşam yemeklerini yerken edebiyat, tarih sohbetleri yapıyorlardı -Amélie bir gün annesiyle Akitanyalı Eléonore hakkında yaptıkları sohbetten bahsedince utançtan yerin dibine girmiştim. (E.S. s.82)

Sofraya oturulduğunda tek bir kural geçerliydi. Televizyonu seyret ve sus. Yoksa hemen tepesi atar ve sessizlik isterdi: Şu çeneni kapa, canımı sıkma benim. Biraz terbiyeli davranın istiyorum, çok şey mi istiyorum, sofrada konuşulmaz, ailecek oturulur, sessizce televizyon seyredilir. (E.S. s.85)

Anneyle Akitanyalı Eléonore hakkında konuşulan bir sofra ve babanın mutlak sessizlik istediği bir sofra. Ailece birlikte yapılan bir ritüel olarak akşam yemekleri de sınıfsal farkın yansıdığı kültürel bir yaraya işaret eder tek başına. Günün düzenli öğünlere bölündüğü, her birinin kendi adıyla ifade edildiği yemek zamanları, derli toplu sofralara oturulan, mutlu aile tablosu çizilen anlar değildir.

Bu arada biz akşam yemeği yemezdik, yemek yerdik sadece. Hatta bunu ifade etmek için genelde tıkınmak fiilini tercih ederdik. Babamın meşhur çağrısı: Tıkınma vakti. Yıllar sonra annemle babamın yanında akşam yemeği yemekten bahsedince, benimle alay edeceklerdi: Ay şuna bak, laflarını sevsinler. Şık şık okullara gidiyor ya, beyefendi kesildi başımıza, şimdi de başlar felsefi felsefi konuşmaya. / Felsefeden konuşmak, düşman sınıfın, imkânı olanların, zenginlerin diliyle konuşmak demekti. İyi okullara, üniversiteye gitme şansı bulup felsefe eğitimi alanların diliyle. Evet o çocuklar, akşam yemeği yiyen çocuklar da bazen bira içiyor, televizyon seyrediyor ve futbol oynuyordu. Ama bira içenler, televizyon seyredenler ve futbol oynayanlar tiyatroya gitmiyordu. (E.S. s.82-83)

Düşman sınıfın, imkânı olanların, zenginlerin diline ait her faaliyet her ne kadar maddi boyutuyla imrenilse bile ya küçümsenen ya da şiddetle karşı çıkılan bir şeydir yoksulların dünyasında. “Akşam yemeği”nde ya da felsefeden konuşmak da düşman sınıfın, zenginlerin diliyle yapılan bir çeşit sınıf şiddeti olarak deneyimlenir bu yüzden. Bu türden bir sınıf şiddetine örneğin kuzeni Sylvian’ın, yoksulluğun ve paramparça aile hayatının onu soktuğu suç çemberinin bir mahkeme salonunda son bulduğu an tanık oluruz.

Savcı ona malum soruları sordu: Bunu neden yaptığına, neden bu şekilde yaptığına, geçmişine, çocuklarına, özel hayatına dair sorular: Hiç tanımadığınız baba­nızın, sizi terk etmiş olan annenizin, bu insanların ya da bu olayların suça yönelmenizde payı olduğunu düşünüyor musunuz? Ve peşinden, dil farklılığı yüzünden anlayamadığı, yargı sisteminin ve eğitim görmüş bireylerin dünyasına ait dille kurulan sorular: Şahsınızın söz konusu eylemlerde bulunmasında dış̧ etkenlerin rol oynadığını ileri sürebilir misiniz yoksa bu eylemleri kimsenin baskısı altında kalma­dan, hür iradenizle gerçekleştirdiğinizi mi beyan etmek ister­ siniz? Kuzenim soruyu anlamadığını mırıldanıp tekrar etmesini istedi. Rahatsız olmamış, savcının bu soruyla ona uyguladığı şiddeti, onun okul dünyasından dışlanmasına, -ve uzunca bir sebep sonuç zincirinin ardından- bu­raya, hâkim karşısına çıkmasına sebep olan sınıf şiddetini hissetmemişti. Aksine -muhtemelen- savcının komik olduğunu düşünüyordu. İbne gibi konuştuğunu. (E.S. s.106)

Sınıf şiddetinin bu ölçüde kapsamlı düşünülmesi ve günlük hayatımızın “tercihlerimizin” “hatalarımızın” “yetenek” ya da “eğitimimizin” bu perspektifle düşünülmesi, farklarımızın yarattığı duygularımıza bakışa başka örnekler de buluruz Louis’de. Örneğin yüksek sesle konuşmanın, başka türlüsünü bilmemenin mahcubiyeti: “Ailemin yanından ayrılıp şehre gidince başıma ciddi bela olacak bir şey bu – lisedeki arkadaşlarım sürekli benden daha alçak sesle konuşmamı isteyeceklerdi; iyi ailelerde yetişmiş gençlerin o sakin ses tonlarını, kendine hâkim konuşma tarzlarını acayip kıskanırdım.” (E.S. s.60) Yakasına yapışan ve yeni ortamına uyum sağlamasına, “onlardan biri gibi” görünmesine engel olan şeyler aslında bizatihi kendi varlığı, kimliğidir. Ve yeni dünyasında tutunmak, arkadaş edinmek için bile mücadele etmesi gerek: “Öte yandan Charles-Henri’nin benden kaçmaya çalıştığını hissediyorum / Öbür oğlanlarla daha iyi vakit geçiriyor, / onlar da spor yapıyorlar, küçüklükten beri / müzikle uğraşıyorlar, onun gibi / Kızlardan konuşmayı kesinlikle daha iyi biliyorlar / Arkadaşlığımızı korumak için mücadele vermem gerek.” (E.S. s.166) Küçüklükten beri spor yapan, müzikle ilgilenen “düşman sınıfa mensup” “rakip”lerle ilişkilenmeye çalışmanın garabetinin farkındadır Louis. Ancak yine de çizdiği yol ve amacı, kendini onlara kabul ettirmektir.

Burada belki de sınıf atlamanın, yoksulluktan, sefaletten ve dışlanmadan başka bir şey barındırmayan geçmişiyle hesaplaşırken geleceğine yepyeni bir yön vermenin, yeni sınıfına, onun ortamlarına ve ilişkilerine dahil olmaya çalışmanın hem sınıfsal hem de psikolojik açıdan değerlendirmesine ve eleştirisine girişilebilir. Ancak bu, yazının sınırlarını ve amacını aşan bir şey olur. Henüz Türkçeye çevrilmemiş son kitabı Change’de kendisinin de zaten buna benzer bir sorgulamaya gittiği görülüyor. Belki de bu vesileyle daha sonra bunu da konuşabiliriz.

PROLOFOBİ Mİ ANLAMA ÇABASI MI?

Louis, sınıfın duygu ve düşünce dünyasını görme, anlama açısından bize sunduğu malzemede; onların hayatının tekdüzeliği, donukluğu, kuşaktan kuşağa aktarılan sefaleti ya da fark yaralarının nasıl oluştuğu, ne hissettirdiğiyle sınırlı kalsaydı eğer belki de kendisine yöneltilen en büyük suçlamalardan münezzeh kalacaktı. Ancak edebiyatının en önemli ve en tartışılan yanlarından biri de yoksullardan diğer ezilenlere yönelen ve yeniden üretilen şiddeti apaçık gösteriyor olması. Babamı Kim Öldürdü’de babasının bu minvaldeki sözleri ve fikirleri bolca yer alıyor zaten. Ama başka ezilenlere dönük nefretin ve şiddetin iktidarla ya da kendi yoksulluklarına olan öfkeleriyle ilişkisini görmek açısından bir iki alıntı vermekte fayda var. Annesinden bahsettiği bir bölüm:

Öfkeli bir kadındı. Fırsatını buldu mu öfkesini kusmaya başlardı, sabahtan akşama kadar siyasetçilere, sosyal yardımları kısan reformlara, her zerresiyle nefret ettiği iktidarın gücüne sövüp dururdu. Ne var ki nefret ettiği bu gücü, hoşgörü gösterilmemesi gereken durumlarda kendisi de kullanırdı: Araplara, alkole, uyuşturucuya, rezilliğin dik alası olan cinsel sapkınlıklara karşı hoşgörüye katiyen yer yoktu. Çivisi çıktı ülkenin derdi hep. (E.S. s.50)

Aslında siyasetçilere, sosyal yardımları kısan iktidara ve onun her fırsatta kendileri üzerinde kullandıkları gücüne tepkilidirler. Örneğin aynı anne iktidarı ve zenginleri kastederek “Bizim gibi küçüklerle işi olmaz büyükbaşların, ayak altında dolanmayalım yeter onlara. (E.S. s.16)” der. Ancak bildiği bu gerçeğe karşın iktidara değil de çoğunlukla Araplara, eşcinsellere, orta sınıfa, memurlara, şehirde yaşayanlara, öğretmenlere yönlendirir öfkesini. “Evde öğretmenleri küçük burjuvalar olarak görürdük ve Milli Eğitim’e bağlı öğretmenler greve gidince babamın tepesi feci atardı, Yattıkları yerden bok gibi para kazanıyorlar, bir de hâlâ şikâyet ediyorlar.” (E.S. s.68) Annesinin ve diğer kasabalıların iktidara dönük bu duygusunu ve ikilemini, 1789’da bir gün öfkeden gözleri dönmüş kadınların kralı protesto etmek üzere Versailes’a yürüyüp de birden kralı karşılarında görünce Yaşasın Kral! diye bağırmasına benzetir Louis: “(Onların adına söz alan) bedenleri, güce gösterilen mutlak itaat ile daimî isyan arzusu arasında parçalanmıştı. (E.S. s.50)”

Bu “parçalanma”yı ve diğer ezilenlere yönelen nefreti, şiddeti ailesinin, diğer kasabalıların, işçilerin maddi koşulları içinde ele almak ve onları anlamak gayretinde olmasına ve kitaplarında bu yöndeki çabası görünmesine karşın bunun sınıfa dönük anlatısının temel yaklaşımı olmaması ya da bu çabanın “yeterince” belirgin ve doğrudan ifade edilmemesi Louis’yi sınıf kaçkını olma ya da sınıfı karalama eleştirileriyle karşı karşıya bırakıyor. Oysa o gün yaşarken farkında olmadığı bazı şeylerin daha sonradan ayırdına vardığını ve bu konuda özeleştirel yaklaştığını görüyoruz. “Onun annesinin aksine benimle yeterince ilgilenmeyen annemi Amélie’ye şikâyet ediyordum. Amélie’nin annesinin benim annemle aynı işe, aynı statüye, aynı zorlukta yaşam koşullarına sahip olmadığını bile göremiyordum o zamanlar. Bana vakit ve dolayısıyla sevgi ayırmanın annem için daha zor olduğunu da.” (E.S. s.83) Yaşam koşulları böyle devam ettikçe, düşüncenin de bu şartlar tarafından belirleneceğini, şartlar değişmeden başka türlü düşünmenin pek mümkün olmadığını kendi deneyiminden de bilir; “ailemin, okulumun dünyasında yaşarken değişmemin imkânsız olduğunu[n]” (E.S. s.134) farkındayım der. Hükümetlerin politikaları, çalışma şartları ve güvencesizlik ile sınıfın düşünce dünyası arasındaki ilişkiyi Sanat ve Siyaset Konuşmaları’nda daha doğrudan da ifade eder:

Önce hükümetler sosyal yardımları iptal ediyor, çalışma şartları kötüleşiyor, güvence ortadan kalkıyor, ilaçlar karşılanmıyor vs. Sonra da bu reformlar, bahsettiğin stres yüzünden, insanların yaşamını doğrudan, içeriden etkiliyor. En güvencesiz sınıflara karşı yapılan her şiddetli reformun buna benzer sonuçlar doğuracağı pekâlâ öngörülebilir bir şey, buna maruz kalan ailelerde çocuklara karşı sabrın ve anlayışın azalacağını, birbirlerini seven insanların arasına mesafe gireceğini öngörmek için kâhin olmaya gerek yok. Babamın yüzleşmek zorunda kaldığı ekonomik koşullar o denli güç olmasaydı, belki de çocukluğumda eşcinselliğime, bende “anormallik” olarak gördüğü şeye daha anlayışlı yaklaşırdı. Siyasetin şiddetinden bahsederken ekonomik şiddetin bu ikinci yüzünü, siyasetin iç yüzünü hiç düşünmüyoruz. (SSK. s.22-23)

Burada sınıfı, maruz kaldığı şiddeti başkalarına yansıtan bir çeşit “iletken kablo” olarak tasvir eden Louis “bu çevrelerde hüküm süren şiddet, yayılan, sürdürülen, sınıf şiddetinden ileri gelen bir şiddettir” der.

Yani yoksul kesimlerdeki homofobiden ya da ırkçılıktan bahseden biri halk sınıflarını damgalamış olmaz -ki Eddy’nin Sonu ve Şiddetin Tarihi’nin yayımlanmasının ardından bu yönde eleştiriler almıştım- aksine, bunlardan bahseden biri ezilenlerin iki defa şiddete maruz kaldığını göstermiş olur: Önce ona maruz kaldıkların anda, sonra da onu iletmek zorunda bırakıldıklarında. (S.S.K. s.21)

Bu eleştirilerin kaynağının “yoksulları dürüst, her şeye rağmen neşeli, doğası gereği iyi kalpli ve cömert insanlar olarak” (S.S.K. s.20) gören, işçi “sınıfın[ın] analizini kaynaşmış, sabit, eril ve beyaz bir topluluk imgesi üzerinden yapmayı sürdür[en]” (S.S.K. s.34) bir sol anlayış olduğunu söyleyip eleştirirken, yazdıklarında muhafazakar bir bakış açısıyla “yoksulları, lafı uzatmadan söyleyeceğim, tehlikeli, şiddete meyilli ve tembel” görüp zulüm üreten, bütün reformları da bu söylemlerle haklı çıkaranları eleştirmekten de geri durmaz. Ezilenlerin, özellikle de yoksulların “suç ortağı rakipler” olarak tarif ettiği yukarıdaki iki anlayış tarafından kamusal söylemde hâlâ “vahşiler / iyi vahşiler” temsiline sıkışıp kaldığını söyler (S.S.K. s.20). Melek-şeytan ikiliğine sıkışmadan, yoksulları ve “halk sınıfları”nı eleştirel bir yaklaşımla, kendi geçmişinden yola çıkarak anlatan Louis ezilenler arasındaki çatlakların farkına varıp buna dönük bir politika geliştiremeyen sola karşın sağın bu boşlukları kendini tahkim etme malzemesi olarak kullandığını belirtir. Özellikle bizde göçmenlere dönük muamele düşünülünce söyledikleri daha iyi anlaşılacaktır.

Eddy’nin Sonu’nda halk sınıflarındaki ırkçılıktan, eşcinsel nefretinden ve eril tahakkümden bahsetmeyi denediğimde, bu köhne sol tüm bunları reddetti ve bunu da özellikle basın yoluyla saldırarak yaptı: Édouard Louis halk sınıflarını suçluyor. Oysa yaptığım şey tam tersiydi; ben halk sınıfındaki kadınlardan, eşcinsellerden, lezbiyenlerden, beyaz olmayanlardan da bahsetmeye çalışıyordum. Bu damgalamak değil, aksine “halk sınıfları” denilen kategoriye daha fazla insanı dahil etmek demek, aynı kategorideki başkalarından daha fazla acı çekebilecek olanlardan da bahsetmek demek. Sol bu sınıfın analizini kaynaşmış, sabit, eril ve beyaz bir topluluk imgesi üzerinden yapmayı sürdürdükçe asla dinamik bir siyaset üretmeyi başaramayacak ve kazanan hep aşırı sağ olacak – çünkü onlar, halk sınıflarının içinde çatlaklar bulunduğunun ve sınıfların iç mücadele alanları olduğunun farkındalar. Bu çatlakları istismar malzemesi olarak kullanmaktan da çekinmiyorlar: Siyahlar beyazların işlerini ellerinden alıyor, eşcinseller aile yapımızı bozmak istiyor vs. (SSK. s.33-34)

SONUÇ

Ezilenler ve yoksullar üzerindeki sınıf şiddetini sadece ekonomik baskılarla sınırlı kalmadan ele almaktaki maharetiyle Louis, işçi sınıfı partilerinin ya da hareketlerinin pek de görmediği bir alandan konuşuyor, söz ve düşünce üretiyor. Edebiyatıyla, işçilerin kendi aralarındaki ilişkilerinde devreye giren bazı dinamikleri duygusal, psikolojik boyutlarıyla anlamaya çalışırken sınıfın utanç, haysiyet talebi, görünme isteği gibi birer talebe dönüşmeye müsait bazı kolektif duygularını bütün açıklığıyla görmemizi sağlıyor. Kendi edebiyatının -Louis’den de bağımsız- yüklendiği bu sorumlulukla birlikte Louis’nin Fransa ve dünyanın farklı yerlerindeki işçi sınıfı hareketlerine dönük eleştirisi ve onlardan beklentisinin ise iki yüzü var: Birbiriyle çelişir gibi görünen bu iki beklentiden ilki; neoliberalleşme dalgasıyla beraber işçi sınıfına ve onun günlük acil ihtiyaçlarına, taleplerine sırt çevirmiş olan solun bu anlamda geleneksel kodlarına geri dönmesi. Yani sağın bugün gördüğü ve istismar ettiği, sınıfın bazı taleplerine, sorunlarına, rahatsızlıklarına solun yeniden kulak vermesi. “Siyasi alanı kirleten şeyin, topluma yönelik söylemlerin insanların günlük hayatlarında karşılaştıkları zorlukları yansıtmaması olduğunu düşünüyorum.” (S.S.K. s.14) derken de buna işaret eder Louis. İkinci eleştiri-beklenti ise bunu yaparken -hatta bunu yapabilmenin koşulu olarak- dillerini dünyaya açmaları, yeni bir dil inşa etmeleri gereği.

Örneğin Ken Loach’la yaptığı söyleşide ezilenlerin bugüne kadar genelde bir “dışlanma diliyle” ilişkilendirildiklerini oysa yaşadıkları gerçekliğin bir çeşit dışlanmadan ziyade “korkunç bir zulüm” olduğundan, “geleneksel siyasi dili dönüşüme uğratmak ve belki de merkezine, çağdaş siyasetin işleyişini analiz ederken zulüm fikrini yerleştirmek”ten bahsediyor (S.S.K. s.10-11). Aynı söyleşide çağdaş politikaların örgütlü işçi topluluklarını, sendikaları ortadan kaldırdığını böylece çok önemli bir sol kültürü ve prekaryanın siyasi amaçlarla bir araya gelebilme ihtimalini yok ettiğini “çünkü bu insanlar[ın] bir anlamda tecride uğradığı[nı], ortak mekânlardan, ortak bir mesleki kültürden yoksun bırakıldı[ğını]” söyledikten sonra “Peki çözüm ne olabilir? Siyasi örgütlenmeyi, nostaljiye kapılmadan, nasıl yeniden mümkün kılabiliriz?” diye soruyor. Sorusunun haklılığı ve doğruluğunca, verdiği cevaplarda ya da bazı analizlerinde Fransa’nın en iyi okullarından birinde sosyoloji eğitimi almış olmasının bizde bir hayal kırıklığı yaratacağı kadar bulanık sözler de sarfediyor olması -örneğin emeğin değer görmesiyle ilişkisi kesilmiş bir toplum projesi fikri- edebiyatıyla yaptığı şeyin siyasal fikirlerinden daha önde ve yol açıcı olduğunu gösteriyor.

 

Louis’nin siyasal fikirleri elbette pek çok başlıkta eleştiri konusu olabilir. Ancak sınıfın hikâyelerini ve sorunlarını görünür kılmak isteyen, bunun günümüzdeki imkânları üzerine düşünen herkesin bugün Louis’nin yazdıklarından ve gördüğü ilgiden çıkaracağı dersler var. Sınıfın yaşam koşulları ile düşünce dünyası arasındaki ilişkiye, yoksulların duygu dünyalarına, başka sınıf veya toplumsal gruplarla karşılaşma anlarında ortaya çıkan fark yaralarına ya da yeniden ürettikleri ve başka ezilenlere yönelttikleri öfkelerine baktığımızda dünyanın ne kadar tahammül edilemez durumda olduğunu gösteren bu hüzünlü ve şiddetli gerçeği olduğu haliyle görmek bize de güç verecek.

Rojhat Turgut
diğer yazıları

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir