Antep’ten Nar Bilim Kültür ve Sanat Derneği ve Altyazı Sinema Derneği “Hikâyelerimizi anlatmak için bir araya geliyoruz” şiarıyla altı aylık “Görünmeyen Seslerin İzinde” adlı bir program gerçekleştirdi. Sinemaya dair insan hakları, göç, sınıf, cinsiyet eşitsizliği, çevre vb. konuları etrafında şekillenen program Antep ekseninde ele alındı. Sinemaya dair yüz yüze ve çevrimiçi atölyeler, gösterimler ve etkinliklerle geçen bu altı ayın sonunda ise ortaya altı kısa film çıktı: Sola Dönen Son Kadın, Manug, Emek Aşı, Rafık, Dardağan ve Bir Çiçek Bir Bavula Nasıl Sığar?
Hem Nar Bilim Kültür ve Sanat Derneği ile Altyazı Sinema Derneği’ne “Görünmeyen Seslerin İzinde” adlı programın detaylarını sorduk hem de katılımcılardan altı ay boyunca yaşadıkları deneyimi tarif etmelerini istedik. İlk olarak etkinliğe ev sahipliği de yapan Nar Bilim Kültür ve Sanat Derneği kolektifi sorularımızı yanıtladı.
Nar Bilim Kültür ve Sanat Derneği olarak “Hikâyelerimizi Anlatmak için Bir Araya Geliyoruz!” sloganıyla “Görünmeyen Seslerin İzinde” adlı bir programı Altyazı sinema dergisiyle ortak bir şekilde düzenlediniz. Öncelikle bu programın detayları neydi ve bu altı ay boyunca neler yaptınız?
Nar Bilim Kültür ve Sanat Derneği olarak, Altyazı Sinema Derneği’yle birlikte gerçekleştirdiğimiz “Görünmeyen Seslerin İzinde” programı, “Hikâyelerimizi Anlatmak İçin Bir Araya Geliyoruz!” sloganıyla yola çıkan kolektif bir sinema üretimi süreciydi. Programın temelleri, yalnızca sinemacıları değil, hikâye anlatma isteği ve ortak bir derdi olan gençleri bir araya getirme fikriyle atıldı.
Başvuru sürecinde katılımcıların sinema alanında uzman olmalarından ziyade, anlatmak istedikleri meselelerin olup olmadığına odaklandık. Programı, toplumsal konuları Antep ekseninde ele alarak görsel-işitsel yöntemlerle ifade etmek isteyen gençlerle kolektif bir biçimde yapmak istedik. Bunun temel sebeplerinden birisi kentimizde gençlerin kendini ifade edebileceği, sosyalleşebileceği, üretebileceği alanların çok sınırlı olmasıydı. Antep’in sıradan insanlarını, sıradan insanlarla, gençlerin gözünden anlatmak, dinlemek, görmek istedik. O sıradanlar bizlerdik, hayatın her bir parçasında var olan ama pek de görünmeyenler… İşte bu sebeple görünmeyen seslerin izini sürmeye başladık. Birbirinden ayrı gibi görünen hikâyelerimizi hep birlikte ele aldık ve bir noktada birleştiler.
Altı ay boyunca süren bu program, hem Nar Sanat Derneği’nde yüz yüze hem de çevrim içi olarak gerçekleştirilen atölyelerle devam etti. Programın çıkış noktası olan “Antep deyince aklınıza ne geliyor?” sorusu, her bir katılımcının kişisel belleğini, yaşantısını ve gözlemlediği toplumsal meseleleri masaya yatırmasına olanak tanıdı. Bu soruya verilen cevaplar, atölye sürecinin ana iskeletini oluşturdu. Program belirli aralıklarla düzenlenen atölyeler, ilgili temalarda her ay düzenlenen film gösterimleri ve forumlar ve yaza kadar devam eden üretim sürecini kapsıyordu. Atölyeler, projeye yöntemsel girişin yapıldığı, toplumsal meselelere dair ufuk açan ve katılımcıların yönelecekleri proje fikirlerini ve üretim gruplarını biçimlendiren oturumlarla sürdü. Ardından katılımcıların çalışmalarında geldikleri aşamaları, çeşitli örneklerle hikâye anlatımını tartıştırdık. Farklı perspektifler kazandırmaya odaklandık.
Katılımcılar, bellek, göç, kentleşme, kadın emeği, arkadaşlık, tarih ve aidiyet gibi farklı temalar üzerinden Antep’e dair altı özgün belgesel film üretti. Nar Sanat bünyesindeki Sine-Nar atölyesi, bu süreçte teknik ve kurgu desteğiyle üretim sürecini destekledi. Projenin sonunda Antep’te beş farklı kamuya açık gösterim ve söyleşi düzenlendi; böylece üretilen işler sadece katılımcıların değil, şehrin de ortak hafızasının bir parçası hâline geldi.
Ayrıca program sürecinde pek çok katılımcı Nar Sanat ile güçlü ve kalıcı bağlar kurdu. Katılımcılar, yalnızca bir atölye sürecinde yer almakla kalmadı; süreç sonunda Nar Sanat çatısı altında kendi fikirleri, donanımları ve deneyimlerine göre bağımsız olarak yürüttükleri atölyeler ve de yeni sanatsal çalışmalar üretmeye başladılar. Bu durum, özellikle kendini sanatsal olarak ifade edecek alan bulamayan gençler için bir karşılaşma ve üretim mekânı doğurdu.
Antep’in sıradan insanlarını, sıradan insanların ve gençlerin gözünden dinlemek ve görmek istediğinizi söylüyorsunuz. Peki tüm bu program boyunca katılımcıların toplumsal ve sınıfsal aidiyetleri sinemaya bakış açısında nasıl bir etkendi?
Katılımcı profili oldukça çeşitliydi. Aralarında avukatlar, insan hakları savunucuları, öğretmenler, fotoğrafçılar ve öğrenciler yer aldı. Katılımcıların çoğu daha önce sinema üretimi yapmamıştı, ancak bu atölyelerle birlikte izleyici konumundan çıkıp birer anlatıcıya, yönetmene dönüştüler. Sınıfsal, toplumsal ve kültürel arka planları, her bir katılımcının sinemaya yaklaşımını özgünleştirdi.

Program süresince film gösterimleri ve söyleşiler aracılığıyla bir araya geldiğimiz yurttaşlara değinmenin önemli olduğunu düşünüyoruz. Çünkü sadece üreticilerin değil, izleyici olarak katılan yurttaşların profili de bu sürecin nasıl bir toplumsal karşılık bulduğunu, sinemanın kimlerle ve nasıl buluştuğunu göstermesi açısından önemli. Mahalle sakinlerinden, üniversite öğrencilerine; fabrika işçilerinden kadınlara kadar toplumun pek çok kesiminden yurttaşla çeşitli bağlar kurduk. Bizi anlatan filmleri-hikâyeleri beraber tartıştık. Her izleyici, kendi yaşam deneyimiyle filmlerdeki temalar arasında köprü kurdu; özellikle göç, aidiyet, kadın emeği ve kent hafızası gibi meseleler etrafında güçlü paylaşımlar ortaya çıktı.
Antep uzun yıllar süren Suriye savaşıyla birlikte ortaya çıkan göçün de merkezlerinden biri oldu. Siz de ortaya çıkanlar için bunu belirtiyorsunuz. Öte yandan başta tekstil olmak üzere işçi sınıfının yoğun olduğu bir kent. Bu anlamıyla ortaya çıkanlar açısından program boyunca en dikkat çekici olanlardan hatırınızda neler kaldı?
Antep, program boyunca yalnızca bir mekân değil, yaşayan bir deneyime dönüştü bizler için. Tartışılan temalar ve ortaya çıkan anlatılar doğrudan bu çeşitliliğin bir yansımasıydı. Kimisi Antep’in yön duygusunu altüst eden sokaklarında bir kadın olarak yönünü bulmaya çalıştı (Sola Dönen Son Kadın), kimisi 1915 tehciriyle sürgüne gönderilen Ermeni bir çocuğun günlüğünü sinemaya taşıdı (Manug). Kimi, Antep mutfağında görünmeyen kadın emeğini görünür kılmak istedi (Emek Aşı), kimisi ise şehirdeki mültecilerin aidiyet duygusuna ve göç deneyimine odaklandı (Bir Çiçek Bir Bavula Nasıl Sığar?).
Bu üretimlerde yalnızca fiziksel mekânlar değil, duygusal bağlar da yeniden kuruldu. Kentin hafızasında saklı kelimelerin ve yitip gitmiş değerlerin izini süren Rafık, izleyiciyi “erdemli arkadaşlık” gibi kavramlar üzerine yeniden düşünmeye çağırdı. Dardağan ise unutulmuş evlerin, konuşmayan ağaçların ve mezarlıklarda yetişen sessiz meyvelerin peşine düştü. Tüm bu anlatılar, katılımcıların toplumsal konumlanışlarıyla doğrudan ilişkiliydi; sinema, bireysel hafızayı kolektif bir ifade alanına dönüştüren güçlü bir araca dönüştü.
Anlatılamayanları, anlatmaya cesaret edilemeyenleri kamerayla, sesle, görüntüyle ifade etmeye çalıştık. Her bir hikâye, bu kenti parçası olanların bir bütününü gözler önüne serdi. Tüm bu anlatıların belki de en dikkat çekici yönü, birbirinden farklı ve hatta zıt gibi görünen hikâyelerin ortak bir dilde birleşip çoğalmasıydı. Göç, sınıf, cinsiyet ve kent gibi temalar birbirine kenetlendi; görünmeyen sesler bir araya gelip kolektif bir hafızaya dönüştü.
Program çerçevesinde akademisyenlerle sinemacılarla bir araya geldiniz. Hem katılımcılar hem de sizin açınızdan nasıl bir deneyim oldu?
Bu bir araya gelişler, yalnızca teknik bilgi aktarımıyla sınırlı kalmadı; aynı zamanda sinemanın düşünsel boyutunu, anlatı kurmanın etik ve politik yönlerini tartışmaya açtı.
Katılımcılar, her söyleşiden sonra kendi anlatılarına farklı açılardan yeniden bakmayı öğrendi. Hikâye kurma süreci, yalnızca bir fikirden ibaret olmaktan çıkıp kolektif tartışmalarla şekillendi. Film gösterimleri ve ardından yapılan söyleşilerde hem izleyicilerin geri bildirimleri hem de davetli akademisyen ve yönetmenlerin katkıları, bu atölyelerin sinemaya dair güçlü bir öğrenme ve dönüşüm alanına dönüşmesini sağladı.
Bizler içinse bu süreç, bir sinema çalışmasından çok daha fazlasını ifade etti: farklı toplumsal grupların bir araya gelip birbirinin hikâyesine kulak verdiği, birlikte düşündüğü ve birlikte ürettiği kolektif bir hafıza inşasıydı. Sinemanın dönüştürücü gücünü yerel bağlamda bu kadar doğrudan görmek ve üretimin kendisini tartışmaya açabilmek, bu programın en değerli çıktılarından biri oldu.
Programın kapanış etkinliği ise bu kolektif emeğin ve dayanışmanın somutlaştığı özel bir ana dönüştü. Nar Sanat’ın müzik grubu HayalBand’in konseriyle başlayan etkinlikte, katılımcıların altı ay boyunca emek vererek hazırladığı altı belgesel film izleyiciyle buluştu. Nar Sanat ve Altyazı Sinema ekiplerinin yanı sıra, katılımcıların aileleri, yakın arkadaşları ve çok sayıda Antep sakini etkinliğe yoğun ilgi gösterdi. Bu buluşma, sadece bir sunum değil; aynı zamanda yerel toplulukla duygusal bir bağ kuran, üretimin önemini birlikte kutlayan bir paylaşım anıydı. Katılımcılar için ilk kez seyirciyle buluşmak büyük bir motivasyon ve gurur kaynağı olurken, izleyiciler içinse şehrin sıradan ama farklı yüzlerine dair samimi ve yaratıcı bir yolculuk sundu.
Kapanışın ardından, katılımcılar arasında bir festival grubu oluşturularak ortaya çıkan filmler “Antep Hikâyeleri” başlığıyla çeşitli film festivallerine gönderilmeye başlandı. Bu adım hem Nar Sanat için hem de katılımcılar için önemli bir deneyim alanı oluşturdu. Yerelden doğan anlatıların ulusal ve uluslararası mecralara taşınması, katılımcıların üretimlerine olan inancını pekiştirirken; Nar Sanat’ın kolektif üretim ve dayanışma temelli yaklaşımını da daha geniş bir alana taşıma fırsatı sundu.

Altyazı Sinema Derneği:
“Açığa çıkan şey, gençlerin kendilerini ifade etme yönünde güçlü bir politik iradeye sahip olduklarıydı”
Yapılan bu altı aylık çalışmanın bir diğer ayağı olan Altyazı Sinema Derneği’nden Senem Aytaç ve Fırat Yücel hem kendileri için bu sürecin anlamını hem de ortaya çıkanı anlattı. Yücel “Biz de çok şey öğrendik” derken Aytaç “Demokratik bir tartışma ortamında, katılımcıların ve dernektekilerin yoğun gönüllü emeğiyle, kelimenin hakkını vererek gerçekleştirilen bu kolektif süreç, sinemadan anladığımız şeyin tam karşılığı bizim için” diye tarif etti bu süreci.
Nar Sanat’la gerçekleştirdiğiniz “Görünmeyen Seslerin İzinde” adlı program kentin toplumsal sorunlarını, bunların birbiriyle ilişkisini ya da gündelik hayatını irdelemek isteyen gençler ve akademisyenlerin buluşmasıydı. Bu buluşmada nasıl bir şey açığa çıktı?
Senem Aytaç: Altı ay süren bir program boyunca hem kamuya açık film gösterimleri ve tartışmalar gerçekleştirildi hem de başvuran katılımcılar arasından seçilen 11 kişiyle atölyeler gerçekleştirildi. Programın isminin de işaret ettiği gibi Antep’in görünmeyen seslerini beraber duyulur kılmak için göç, sınıf, cinsiyet, insan hakları ve çevre gibi temalar etrafında katılımcıların anlatmak istedikleri hikâyeleri atölyelerde şekillendirmeye başladık. Katılımcılara hikâyeleri görsel işitsel araçları kullanarak anlatma imkânı yaratmaktı amaç. Sonuç olarak da ortaya altı adet kısa belgesel çıktı. Antep’in çok farklı veçhelerine kişiselden bakan ve toplumsallaştıran bir seçki olarak bu altı filmi birbiriyle diyalog içerisinde bir antoloji olarak da görmek mümkün.
Fırat Yücel: İlk buluşmalarda hemen kendini belli eden bir gerçeklik var: Gençlerin kendilerini yaratıcı üretim üzerinden politik olarak ifade etme ihtiyacı. Devletin şirket çıkarlarını koruma ve halkı cezalandırma aygıtına dönüştüğü, adaletsizlik duygusunun hâkim olduğu toplumsal koşullarda insanların siyasi anlamda kendilerini ifade edebilecekleri belki tek alan sosyal medya. Küresel şirketlerin kontrolündeki bu dijital alan da Türkiye’de, sadece nefret söyleminin özgür olduğu, siyaset yapma biçimlerinin ise cezalandırıldığı bir alana dönüşmekte. Durum böyle olunca, adına esasında birçok genç ister üniversite okusun ister okumasın, kendini filmler aracılığıyla ve diğer sanatsal ifade araçlarıyla dile getirmeye giderek daha fazla yöneliyor. Antep’te katılımcılarla yaptığımız ilk buluşmalarda bunu çok net olarak gördük. Herkesin aklında üzerine gitmek, hakkında bir şeyler yapmak istediği en az dört beş mesele vardı. Kimse tek bir konuya odaklanamıyordu. İş öyle bir noktaya vardı ki program kapsamında filmleri gösterilen Aylin Kuryel’in de önerisiyle, atölyede çıkarılacak işleri birer sözlük maddesi gibi düşünmeye başladık. Böylelikle herkes tek bir kavrama yoğunlaşabilecek ve onun çağrışımları üzerinden genele açılabilecekti: Kepenk, patlıcan, rafık gibi kelimelerdi bunlar. Giderek bu kavramlar şehre dair temel soru ve sorunlara açılmaya başladı. Örneğin patlıcan, ev içi görünmez emeği temsil etmeye başladı, dost ya da yoldaş anlamına gelen rafık katılımcıların Antep’le kurduğu ilişkiye dair bir kerteriz noktası hâline geldi vs. Sonuçta açığa çıkan şey, gençlerin kendilerini ifade etme yönünde güçlü bir politik iradeye sahip olduklarıydı. Bu iradeyi ifadeye çevirmek ise ancak odak noktaları belirleyip onların izini sabırla sürerek, kelimelerin altında yatanları deşerek ve hep birlikte, birbirinden destek alarak mümkün olabiliyor.
Hem Antep hem de derneğin olduğu bölge aynı zamanda işçilerin ağırlıklı olduğu bir yer. Aynı zamanda Suriye savaşıyla birlikte göçün de en yoğun yaşandığı bir kent Antep. Program kapsamında özellikle bu göç meselesi de işleniyordu, tüm bu tartışmalara ve ortaya çıkanlara oranın toplumsal yapısı ya da demografisi ve sınıfsal yapısı nasıl yansıdı?
Senem Aytaç: Gösterim için seçtiğimiz filmler Antep’e de dair meseleleri tartışmaya yönelikti. Bu kapsamda örneğin Reyan Tuvi’nin Ofsayt belgeselinin gösterimi yapıldı ve ardından Reyan Tuvi eşliğinde bir söyleşi gerçekleştirildi. Aynı şekilde Volkan Üce’nin Her Şey Dahil belgeselinin gösteriminin ardından ev hapsindeki Mehmet Türkmen’le bir söyleşi gerçekleştirdi. Bu kamuya açık gösterimlerin yanı sıra, katılımcılarla gerçekleştirdiğimiz atölyelerde de elbette bu meseleler oldukça ön plandaydı. Ortaya çıkan üretimler içinde de Bir Çiçek Bir Bavula Nasıl Sığar gibi Suriyeli göçmenlerin maruz kaldıkları toplumsal baskıları konu edinen bir film de yer alıyor. Ya da gastronomik bir şehir olarak da tanıtılan Antep’in, örneğin kuru patlıcan üretme süreci esnasında emek veren kadınların görünmez emeklerini odağa alan Emek Aşı gibi bir film de oldu. Dolayısıyla zaten kendiliğinden katılımcıların da dikkatlerini çeken, söz söylemek istedikleri bu ve benzeri meseleler organik bir şekilde tüm filmlere sızdı. Aynı zamanda Gaziantep’in Ermenileri, Yahudileri, artık kentin görünmeyen sesleri olarak Manug ve Sola Dönen Son Kadın filmlerinde kendilerine yer buldular. Dardağan ağacı ya da ‘rafık’ kelimesi gibi Antep’e has şeylere odaklanan filmler de vardı. Bu anlamda bizim için de çok öğretici ve zenginleştirici bir süreç oldu. Biz de çok şey öğrendik.
Fırat Yücel: Evet, bizim Antep’e dair bilgimiz oldukça sınırlıydı başta. Bizim asıl işimiz, katılımcıları dinlemek ve onların kendi birikimlerinin, deneyimlerinin değerini bilmelerini sağlamak oldu diyebiliriz. Antep’in bugününe bakarken, örneğin en çok dış göç alan kentlerin başında gelmesi gibi unsurları ele alırken, bir yandan da şehrin geçmişiyle de daha fazla ilgilenmeye başladık. Örneğin Rafık’ta Onat Kutlar ve Ülkü Tamer’in iki Antepli olarak dostlukları çıkış noktası oldu Dilaver Paksoy ve Mehmet Sadık Kaya için. Bazı şeyler filmlerde kendine yer bulmasa da bizim için değerli ilham kaynakları oldu. Örneğin benim için Oya Baydar ve Melek Ulagay’ın İki Dönem Bir Kadın kitaplarında anlattıkları 70’li yıllar Antep’i anıları büyük bir güç kaynağı oldu. Örneğin Melek Ulagay, o dönem kaçak hayatı yaşamak için niye “ısrarla” Antep’e gitmek istediğini şöyle anlatıyor: “Oralarda Batı’da olmayan bir direniş geleneği var. Oraların insanları Kürt’üyle, Ermeni’siyle, Süryani’siyle, Arap’ıyla zaten yüzyıllardır bir biçimde direnmişler. Kaçak olmanın, devlete karşı durmanın ne demek olduğunu biliyorlar.” Bugünün Antep’i tabii ki böyle bir yer değil, çok farklı, çok değişmiş ama yine de bu direniş kültürünün izlerini görebiliyorsunuz. Bu atölyede üretilen filmlerin cesaretinde bile bence bu kültürün izleri var. Ayrıca şunu da unutmayalım, Antep’te dokuma işçilerinin bugüne uzanan güçlü bir direniş geleneği var, birçok tekstil fabrikasında kazanımla sonuçlanan grevler yapıldı 2025 yıl içinde. Dolayısıyla evet demografi ya da seçmen tercihleri değişmiş olabilir, ama sınıfsal direniş kültürü ve kabiliyeti hâlâ sürüyor. Bu da bize ve katılımcılara güç veren bir gerçeklik.
Aslında bu soru biraz da sizin oradaki deneyiminizle ilgili. Emek Sineması mücadelesinde kapısı sokağa açılan sinema vurgusu vardı. AVM’lerin tüketim döngüsü içinde olmayan bir vurgu sinema açısından. Nar Sanat Derneği’ndeki etkinliklerin paylaşımında dikkatimi çeken bir şey de o etkinliklerin hep derneğin avlusunda gerçekleşiyor olmasıydı. Elbette örnekleri vardır ama siz sinemayı bu defa sokağın ya da bir avlunun direkt içinde tartıştınız, ortak bir şekilde deneyimlediniz, izlediniz ve ürettiniz. Dediğim gibi farklı örnekleri vardır ama böyle bir deneyim sizin açınızdan ne anlam taşıyordu?
Senem Aytaç: Altyazı Sinema Derneği olarak, özellikle de Altyazı Fasikül ile birlikte video üretimine de alan açtığımız bir döneme girdik bir süredir. Dolayısıyla sinemayı salonların dışına taşırmak, seyirciliğin de ötesinde herkesin üretim araçlarına hâkim olması, bu araçları donanımlı bir biçimde kullanarak hikâyelerini, meramını anlatabilmesi bizim için önemli bir alan. Sinemanın giderek daraldığı, herkesin sansürün ve ekonomik modellerin kıskacında hissettiği bir ortamda, özgür bir üretim ve tartışma alanı, modeli yaratabilmek, o alanı paylaşabilmek bizim de nefes alabilmemizi sağlıyor. Bu anlamda Nar Sanat Derneği’nin Antep için kıymeti büyük. Demokratik bir tartışma ortamında, katılımcıların ve dernektekilerin yoğun gönüllü emeğiyle, kelimenin hakkını vererek gerçekleştirilen bu kolektif süreç, sinemadan anladığımız şeyin tam karşılığı bizim için. Derneğin avlusunda gerçekleştirilen sohbetlerin zenginliği, kente ve kentte yaşayanlara dokunan hikâyelerin samimiyetle ortaya çıkmasına ve birlikte düşünmenin imkânlarına alan açıyor.
Mehmet Adlım: “Kolektif bir üretim süreci içerisinde eyleme dönüştürme fırsatı sunan bir deneyim oldu”
“Görünmeyen Seslerin İzinde” programına katılanlardan biri de Mehmet Adlım. Adlım 35 yaşında ve 2015 yılından beri felsefe öğretmeni olarak görev yapıyor. Nar Sanat’ı 2013 yılından bu yana düzenli olarak takip ettiğini ifade eden Adlım, katıldığı bu programdaki deneyimini şöyle aktardı:
“Görünmeyen Seslerin İzinde” programına başvurum, sinema perdesinin sadece bir seyirci olarak deneyimlenmesinin ötesine geçme arzumdan kaynaklıydı. Bu program, sinemanın üretim süreçlerine dair kapsamlı bir iç görü edinme ve dolayısıyla sanata daha bütünsel bir perspektiften yaklaşma beklentimi karşıladı. Program süresince, film yapım süreçlerinde yer alan, alanında yetkin profesyonellerle bir araya gelme ve atölye çalışmaları yürütme imkânı buldum. Bu atölyeler kapsamında gerçekleştirilen film okumaları hem teorik hem de pratik bir öğrenme ortamı sundu. Film okumalarının bir kısmının kamusal katılıma açık olması, farklı sosyo-kültürel çevrelerden bireylerin sinemaya dair değerlendirmelerini dinleme ve çeşitli bakış açılarını sentezleme olanağı sağladı. Bu sayede, alan uzmanlarının derinlemesine analizleri ile sinemaseverlerin farklı perspektiflere dayalı yorumlarının birleştiği zengin bir diyalog platformu deneyimlemiş oldum.
Teknik açıdan bakıldığında, program sayesinde film yapım süreçlerinin birçok aşamasını doğrudan deneyimleme fırsatı buldum. Kamera kullanımı, röportaj soruları hazırlama, kurgu programları ve ses kayıt teknikleri gibi temelden karmaşığa uzanan birçok teknik beceriyi işin mutfağında öğrenme şansına sahip oldum.
Bu teknik deneyimlerin ötesinde, “Görünmeyen Seslerin İzinde” programı, sinemanın temelini oluşturan sanatsal ve toplumsal meseleler üzerine de derinlemesine bir düşünme platformu sundu. Program boyunca yürütülen film çalışmalarımızın ana temalarını oluşturan emek, cinsiyet eşitliği, ekolojik sorunlar, kentleşme problemleri, ırkçılık ve mülteci karşıtlığı gibi konular, sanatsal üretimlerin toplumsal meselelerle nasıl iç içe geçtiğini anlamamı sağladı. Daha önce yapılmış örnek çalışmalar üzerinden bu temaların sanata yansımalarını incelemek ve kendi aramızda bu konuları tartışmak, ufkumu genişletmekle kalmayıp, bu meselelere karşı duyarlılığımı da artırdı.
Sonuç olarak, “Görünmeyen Seslerin İzinde” programı, düşüncelerimi sinemanın evrensel dili aracılığıyla, kolektif bir üretim süreci içerisinde eyleme dönüştürme fırsatı sunan bir deneyim oldu.
Yeşim Gültekin: “İlk defa ‘yaratım sürecinin’ içinde bulunma fırsatını yakalama fikri beni çok heyecanlandırmıştı”
Yeşim Gültekin “Görünmeyen Seslerin İzinde” programı kapsamında Bir Çiçek Bir Bavula Nasıl Sığar? adlı kısa filminin yaratım sürecindekilerden biri. Sosyolog ve uzun yıllardır sivil alanda farklı pozisyonlarda; çocuk koruma, çocuk güvenliği, kadın, göç, mültecilik, şiddetin önlenmesi, afet, cinsiyet eşitliği gibi alanlarda ve hassas gruplarla hak temelli çalışmaların içinde profesyonel olarak çalışmış. Program çerçevesinde kısa bir film çalışması da yapan Yeşim Gültekin hem sinemaya bakışını hem de katıldıkları programı şöyle anlattı:
Sinemanın ifade ve anlatım biçimini kendime daha yakın buluyorum. Sinemanın toplumsal meseleleri geniş kitlelere ulaştırmanın ve en önemlisi de kendi içimizde de tanımlayamadığımız hislerin etkili bir ifadesi olarak görüyorum. Birileri bizden önce benzer şeyleri deneyimlemiş ve bunu bizim için ifade etmenin farklı bir yolunu bulmuş. Ya da hiç bakmayı bile hayal edemediğimiz bir pencereyi açmış, kapıyı aralamış gibi hissettiriyor. Bize de hazır olduğumuzda bu kapıdan içeri girmek ve keşfetmek kalıyor.
“Görünmeyen Seslerin İzinde” programını görünce; ilk defa “yaratım sürecinin” içinde bulunma fırsatını yakalama fikri beni çok heyecanlandırmıştı. Bu programla denk gelmiş olmak yeni bir deneyimi ve alanı keşfetmem için çok güzel bir fırsat oldu. Programın şehrin ve mekânın hafızasına katkı sunması, kolektif belleğe etki edecek olması, görsel işitsel verilerle bir anlatı oluşturma gibi vaat ettiği kazanımlar ve projenin içinde Altyazı sinema Derneği’nin uzman desteğinin bulunması benim için önemli bir motivasyon kaynağı idi… Bu deneyim boyunca, çok fazla kafa karışıklığı hissetmeme rağmen, atölyeler boyunca kendi hikâyemizin anlatı biçimini ve dilini bulmak için hep birlikte mesai harcadık. Atölyeler boyunca her görsel, her ses üzerine ayrı ayrı tartıştık. Tüm bunların sonunda şunu fark ettim ki herkesin aynı konular üzerinde anlatmak istediği, görmek istediği farklı hikâyeler ve hisler var. Bunu fark etmek bana; bizlerin kafada tek bir hikâye, varsayım ve önyargı ile bir araya gelmekten çok daha fazlası olduğumuzu gösterdi.
Çalışmalarımızda nesnel olguları öznel ve kendimize has anlatı biçimleri ile tanımlamaya çalışmak zevkli olduğu kadar zor bir süreçti. Birbirinden yetenekli ve farklı bakış açılarına sahip katılımcılarla çalışmak da atölyeleri oldukça zenginleştirdi bizler için. Biz ekip olarak Antep’te yaşayan ve kentin gündelik yaşamına doğrudan etkide bulunan Suriyeli göçmen ve mültecileri filmimizin konusu yapmaya karar verdik. Antep, Suriyeli mültecilerin en çok yerleşmeyi tercih ettiği ikinci şehir. Bu süreçte “biz” ve “onlar”, “ev sahibi” ve “misafir” gibi ikili kutup olgusunu yeniden üretmek yerine toplulukların olumlu ve zorlayıcı deneyimlerine odaklanarak, var olanın var olduğu gibi anlatılması üzere sözü onlara bıraktık. Göç ve mülteciliğe dair şimdiye kadar üretilmiş işlerin yanına, oldukça amatör bir yerden ama yüksek bir istekle kendi işimizi iliştirdik. Karşılaştığımız evine dönmeye çalışan bir çiçek hikâyesi ile zorunlu göçe, güvende ve birlikte yaşamaya dair, az veriyle derinlikli anlatımlar kurmaya çalıştık. Evde olmayı ve köklerini sararken yolda olmanın hissettirdikleri üzerine durduk. Bu his dünyanın her yerinde her an hissedebileceğimiz ortak bir his bence.
“Görünmeyen seslerin İzinde” programı, Nar Sanat Derneği ve Altyazı Sinema Derneği’nin süreç boyunca uzman desteği, eğitimler ve atölyeler ile sinemaya ve film yaratım sürecine dair bakış açımı zenginleştirdi. Sinemanın bizler için başka türlü söz söyleme ve iletişim kurma aracı olduğunun altını çizmiş olduk. Artık bir filmi veya belgeseli izlediğimde hem yaratım aşamasındaki süreci hem de acaba farklı bir yöntemle anlatılabilir mi sorusu üzerine düşünüyorum. Bu programla birlikte bir şeye bakışın, sinemanın estetiği ve politiği, hikâye anlatım biçimlerinin çeşitliliğini bilmek; seyirci olarak da izleme deneyimime katkı sundu. Toplumsal meseleleri daha görünür kılmak için güçlü bir aracımız ve çeşitli imajlar olduğunu daha net görebiliyorum. Aynı zamanda kişisel yaratıcılık ve kişisel ifade gücüme de katkı sağladı. Sanat yoluyla toplumu, şehri anlama ve anlamlandırma gibi kazanımları bu atölyeler sonunca daha fazla içselleştirdiğimi hissediyorum.




