EVET, HER ŞEY DARMADAĞINIK!
31. Adana Altın Koza Film Festivali, Ulusal Uzun Metraj Yarışması’ndaki filmlerden bir diğeri de Burak Çevik’in Hiçbir Şey Yerinde Değil filmi. Film 7 TİP’li öğrencinin katledildiği Bahçelievler Katliamı’na dair. Fakat filmin başında sadece gerçek olaylara dayandığı yazsa da bu filmin Bahçelievler Katliamı’na dair olduğuna ilişkin bir ibare göremiyoruz. Sadece tarihsel olayları kısmen baz alan ama bazılarını birebir uygulayan bir film. Örneğin Bahçelievler Katliamı’ndaki evde bulunan kitaplardan 7 TİP’li öğrencinin katili Haluk Kırcı’nın söylediğini tanıklıklardan öğrendiğimiz cümlelere kadar kullanıyor film. Fakat burada 5 öğrencinin toplantı yaptığı bir ev var, öldürülense 4 öğrenci bulunuyor.
Burak Çevik gerçek bir olaydan yola çıkarak kendi kurgu dünyasını kuruyor. Peki daha önce sinemada hiç işlenmemiş, Türkiye’nin de kan donduran katliamlarından biri olan bu meselenin kurmaca ile iç içe geçişi neyi anlatıyor? Burak Çevik T24’ten Hazal Özvarış’a verdiği söyleşide solculara ya da ülkücülere filmi beğendirmek gibi derdi olmadığını söylüyor.
Elbette herhangi bir düşünceye beğendirme kaygısı duymadan da bir şeyler anlatılabilir. Peki derdi tam olarak ne? Acı bir olayı mı anmak? Bu olaya karşı duyduğu dehşeti mi dile getirmek? Burak Çevik, Adana Altın Koza Film Festivali’ndeki film gösterimi sonrası söyleşide, bu katliamı babasının kütüphanesinde bulunan bir kitaptan öğrendiğini söylüyordu. Çevik sık sık bu olayın son derece korkunç ve dehşet verici olduğunu tekrarlıyordu. Peki bir dehşetin ya da korkunç bir olayın ortaya çıkmasının nedenleri yok mu? Bu kötülük ya da şiddet kendiliğinden mi hasıl oluyor? Bize ise sadece ortaya çıkan tabloya bakmak ve bunu anlamaya çalışmak mı düşüyor? Anlamaya çalıştığımız tablonun gerisindekiler yokken bu tabloyu nasıl anlayacağız? Kötülüğün bir anda gökten indiğini mi düşüneceğiz? Her iki tarafı da eşit teraziye koyup sadece o gecede olanlara mı odaklanacağız?
Benim açımdan bu filmin cevap veremediği birçok nokta var. Cevaplarla da ilgilenmiyorum diyebilir yönetmen. Tamam o zaman ilgilendiği tam olarak ne? Filmin yarattığı soru işaretlerinin her cevabı “onu da yapmak istemiyorum, bunu da yapmak istemiyorum” diyerek sonsuza kadar açıklanabilir. Ama ortaya konulacak bir şey kalmaz o zaman.
Film TRT’deki haber anonsuyla açılıyor. Siyah beyaz ekranda “artan sağ sol çatışmalarına” dair dönemin başbakanı Bülent Ecevit’in, muhalefetteki Süleyman Demirel’in ve Alparslan Türkeş’in çatışmalara dair fikirlerini dinliyoruz. Kamera televizyondan çıkıp odanın içine giriyor. Bu arada bazı sahneler hariç film tek plan çalışılmış. Birçok karakterle birlikte kamera evin içini dolaşıyor, kurgu tek kamera üzerine bir planda gidiyor. Yanılmıyorsam sadece kapıdan çıkılıp içeri girilen sahnelerde plan kesilerek elde edilmiş. Teknik detayları bir tarafa bırakırsak, evet teknik de film için önemli ama aklımda soru işareti yaratan konular farklı. Film sonrasında 5 tane sosyalist gencin dönemin olaylarını ve teorik tartışmalarını anlatan uzun soluklu bir diyaloğa dönüşüyor. O dönemin en can alıcı tartışmalarından biri de “Goşist” olarak adlandırılan solun bazı fraksiyonlarının silahlı mücadeleyi savunması. O dönemki TİP’in (şu an var olan parti ile aynı parti değil) silahlı mücadeleye karşı çıkması üzerinden bir tartışma. 5 gençten bir tanesi özellikle bu silahlanmaya çok da katı bakılmaması gerektiğini savunuyor. Çünkü faşistlerle sosyalistler arasında bir çatışma mevcut. Birçok sosyalist faşistlerin saldırısına uğruyor ve katlediliyor.
Şunu da belirtmek gerekli dönemin atmosferini anlatırken elbette sosyalist gençlerin jargonu kullanılıyor. Zaten hem dönemin atmosferi hem de toplumsal ilişki biçimlerini bugünden değerlendiremeyeceğimiz için haliyle karşımızda birer tipleme görüyoruz sadece. Yine de ben filmde sürekli teori tartışan gençlerin gündelik yaşamlarının çok ıskalandığını düşünüyorum. Çünkü film bazen o kadar teorik bir alana kayıyor ki sosyalist literatürü bilmeyen insanlar için bu cümleler havada rastgele uçuşan sözcüklere dönüşüyor. Evet, karşımızda sosyalist mücadele içindeki gençler var ve toplantı yapıyorlar; fakat bu literatüre hâkim insanların da gündelik bir yaşamı var. Bu insanları gündelik yaşamdan ya da gündelik diyaloglardan tamamen koparıp salt teoriye mahkûm etmek de fazla yapay duruyor. Evet, dönemin konuşma dili böyle, devrimci prototipi de böyle ama birkaç insanın bir araya gelip tamamen robot gibi konuşmasını da beklemek fazla gerçekçi gelmiyor. Her ne kadar bir doğum günü sahnesi olsa da o robotluk hissi gitmiyor. Derinliği olmayan tiplemeler haliyle teatral bir karakter havası yaratıyor.
Yine aynı röportajda Burak Çevik iki tarafı da anlamaya çalıştığını ima eden şeyler söylüyor. Film çerçevesinde Haluk Kırcı ve katliamın diğer zanlıları ile görüşmüş. Bunları bir onay mekanizması için yapmadığını vurguluyor. Şüphesiz ki öyledir. Daha çok Haluk Kırcı’nın kendine nasıl bir gerekçe bulduğuna bakmak istediği sözlerinden anlaşılıyor. Başta sorduğum sorular işte tam da buraya bağlanıyor. Bu katliamı yapma motivasyonunu sadece bir kişinin, salt kendisini ikna etmesinde mi aramalı? Ya da bunlara sadece ideolojik körlük olarak mı bakmalı? Haluk Kırcı ya da filmde adı “reis” olarak geçen ve bu lakabın sahibi olarak bildiğimiz Abdullah Çatlı’nın sadece “inanmış ülkücüler” olmadığını ülke tarihinde yaşanmış birçok olay ve belge kanıtladı. Bu insanların NATO’nun çetelerinin mensubu olduğu komplo teorisi falan değil. Ortada böyle bir gerçeklik varken, gerçek ile kurguyu birleştiren bu “anlama çabasında” bir katliamın bireysel gerekçesini çözmeye çalışmak biraz havanda su dövmek gibi bir şey.
Kötülüğün sıradanlaşması öyle kendiliğinden ortaya çıkan bir durum değil. Özellikle toplumu dehşete düşüren birçok olayda bu kötülüğün sanki gökten inmişçesine sıradanlaştığı gibi bir kanı pompalanıyor. Oysaki bu kötülüğün bir sahibi ve ideolojisi var. NATO’ya bağlı gladyo çetelerinin dünyanın dört bir yanında işlediği yasa dışı cinayetler ve katliamlar sır değil. NATO’nun niçin bir araya geldiğinin de sır olmadığı gibi. Bunların sır olmadığı bir dünyada kişilerin cinayet işlemek için motivasyonunu anlamaya çalışmak da zor olmasa gerek.
Burak Çevik’in filmini herhangi bir görüşe beğendirmeme meselesine itirazım yok. İtirazım daha çok anlamlandırmaya çalıştığı şeyin zaten ayan beyan ortada oluşu. Politik bir katliamı apolitik bir tutumla ele almak, bireysel kötülüğü anlama çabası değil ancak bu politik zemini bulandırma çabası olabilir. Zira Kırcı yaptığının bir katliam değil, intikam olduğunu dile getirmekten çekinmezken orada yaşadığı herhangi bir çelişki olmadığı anlaşılıyor. Ama Çevik, filmde temsili bir kurgu karakter kullandığını söylese de bu karakterleri “çelişkiye” itiyor. Sinema gerçeği belgesel gibi kurgulamak zorunda değil. Lakin gerçeğin temsilini anlatırken edindiği dertte, illa bir terazi koyacaksa, ağırlık ölçü birimini bilmek ister seyirci. Hadi karakteriniz hayali, ona kurgusal bir çelişki yüklediniz, o zaman filminiz niye gerçek olaylara dayanıyor? Çünkü gerçek olanda her şey çok net, katliamı yapmış kişi ya da kişiler ne pişman ne de tahliyeden sonra suçtan uzak durmuş. O yüzden bu eşit yaklaşım bana o dönemin başka bir yaklaşımını hatırlattı. Kenan Evren’in o malum sözlerini: “Sağ sol ayrımı yapmadım. Bir sağdan bir de soldan astık…”
SAKİN SULARIN YÜZÜ

Bu yazıda ele alacığımız bir diğer film de Zeynep Köprülü’nün ilk uzun metraj filmi olan Su Yüzü. Başrollerinde Cemre Ebuzziya ve Nazan Kesal’ın oynadığı film, dul annesinin düğününe gelen Deniz’in geçmiş korkularıyla yüzleşmesini konu alıyor.
Cemre Ebuzziya’nın canlandırdığı Deniz karakteri Paris’te fotoğrafçılık yapan genç bir kadın. Annesini canlandıran Nazan Kesal’ın düğününe giden Deniz’in annesi ile arasında bir çatışma var. Bu çatışma ilk başta onun evliliğine itirazmış gibi duruyor. Film anne kız arasındaki esas çatışmanın geçmişe dayanan tarafını ise yavaş yavaş açıyor. Deniz yıllar önce terk ettiği, Ege kıyısında olduğunu düşündüğümüz bu taşraya yeniden adapte olmaya çalışıyor. Öte yandan da Paris’te işlerini gönderdiği galerilerden tek tek ret cevapları alıyor. Deniz, kaçmaya çalıştığı geçmişi ile geleceğini şekillendirmeye çalıştığı Paris arasında sıkışıp kalan bir karakteri resmediyor.
Son dönem sinemasında ailesine ya da büyüdüğü yere geri dönüp kökleriyle geçmişiyle hesaplaşma teması çokça işleniyor. Artık büyüdüğü şehirde yaşamayan insanların oradan farklı bir yaşam kurduğu için köklerine yabancılaşmış olması kaçınılmaz bir süreç. Toplumsal ilişki biçimlerinin mekânsal olarak örgütlenişi hayatımızdaki birçok şeyi etkiliyor. Mekânla kurduğumuz aidiyet ya da çatışma elbette dağa taşa özgü bir şey değil. Orada kurulan toplumsal ilişkiler ve aile, çatışmanın dinamiğini oluşturuyor. Küçük bir yerde -ki bunu sinemada daha çok taşra olarak görüyoruz- çatışma dinamiği kurmak çok daha basit. Çünkü ilişkiler daha grift ve daha fazla benzer. Şehrin kendi çatışma dinamikleri taşradan farklı bir boyutta. Ama buradaki dinamiklerin de taşradan daha ilerici olduğu gibi bir şey söz konusu değil. Tabii bu yazının konusu taşrada bir alegori değil. Paris’ten yaşadığı Ege kasabasına gelen ve burada yaşadığı travmatik bir olayı atlatmaya çalışan; hatta şimdi kurmaya çalıştığı yaşamıyla geçmişi arasında sıkışan bir karakter izliyoruz filmde. Ve bu karakter bir kasaba ile büyük bir dünya şehri arasında kurduğu ilişkilerin tezatlığı ile de bir çelişki yaşıyor. Haliyle bu durum başta da anlattığım mekanla kurulan toplumsal ilişkilerin örgütleniş biçimi ile de alakalı bana kalırsa.
Bu tür filmlerde genelde büyük bir hesaplaşma sahnesi olur. Su Yüzü’nde de geçmişindeki travmayla hesaplaşan bir karakter var. Ama burada iyileşmeyi seçen bir karakter de anlatılıyor. Su Yüzü, yukarıda da belirttiğim gibi son yıllarda örneklerine bol rastladığımız bir temayı anlatıyor. Benzerlerinden onu ayıran büyük bir tarafı olduğunu söyleyemeyeceğim. Belki Deniz’in iyileşmeyi seçmesi farklı bir nokta olarak durabilir ama filmi bambaşka yapan bir durum değil bu. Özetle Su Yüzü, sakin sularda ilerleyen ve büyük iddiası olmayan bir kıyı kasabası hikayesi…



