Siyaset, en genel anlamıyla sınıflar mücadelesinin nasıl sürdürüleceğinin ve günlük araçlarının inşa edilmesinin alanıdır. Siyaseti, koşullandığı bu “sınıfsal” dinamikten koparan kimi yorumcular; Batı Marksizmi, Yeni Sol, Avrupa Komünizmi, Post-Marksizm vb. akımlar; kendi kuramsal çerçevesine uygun bir strateji izledi. Bu stratejinin merkezinde “siyasete” bir belirleyen bulma çabası vardı. Ortak paydada, siyaset, madem sınıflar mücadelesinin biçimlerini ve toplumsal yaşamın gündelik süreçlerini belirler, o zaman onun da bir “belirleyene” dayanması gerekir. Çünkü bir siyasal projeyi hayata geçirmek, bu projenin dayandığı kavram setinin, dünya görüşünün, duygu ve düşüncelerin insanlar tarafından benimsenmesiyle mümkün olabilir. Toplumsal hareketler, akışkan dinamiklere, değişken motivasyonlara sahiptir ve bunlar siyasetin koşullandığı alanlara etkili bir müdahaleyle değiştirilebilir. Klasik marksizmin maddi çıkarlar ve sömürü ilişkileri açıklamasının aksine bu yorumda siyasetin belirleyeni, ideoloji, kültür, söylem gibi kavramlara imlenir. 36 yıl önce İngiliz tarihçi Wood, siyaseti ve ideolojiyi toplumsal temelinden ve sınıfsal dayanaklarından koparan ve Althusser, Poulantzas, Laclau ve Mouffe gibi isimlerle sürdürülen kuramsal çizginin ciddi bir eleştirisini sunmuştu.[1] Wood’un kapitalizmin bütünsel mantığını kenara atmakla eleştirdiği bu çizginin, sömürü ve sınıf mücadelesini, ekonomik temelden türeyen siyaseti belirlediği iddia edilen bir dizi kavramla ikame etmesinin sonucu, ayakları yere basmayan ve siyaset yoksunu bir siyasal stratejiye varıyordu.
Kültür kavramına ilişkin de –akademik ve sosyalist yazının ısrarlı çabasına rağmen– tartışmaların genel olarak bu çerçevede sürdürüldüğü söylenebilir. Çünkü siyaseten yorgun düşürülmüş bir “kültür” yorumu vardır ve bu yorum, kültürel iktidar, kültürel hegemonya ve kültür savaşı gibi bir dizi kusurlu kavrama kapı aralar. Siyaset mefhumunun gerçek içeriğinden kopmuş bir “kültür savaşı” kavramı etrafında süren tartışmalar da bu kusurla malul. Kültür savaşı ya da tarihsel ifadesiyle Kulturkampf terimi de oldukça kategorik olan bu sorunu barındırıyor: Siyaseti ve siyaset marifetiyle değiştirilebilen sınıfsal kategorileri saf-dışı bırakmak. Dolayısıyla, kültür-siyaset ilişkisi açısından yanlış bir denklemde doğru bir tartışma sürdürülmeye çalışılıyor demek, abartı olmaz. Bu yazıda “kültür” yorumunun bu doğum lekesiyle kodlanmış Kulturkampf ya da “kültür savaşı” kavramının “kültürel hegemonya” referanslı tartışmalarındaki yanlış varsayımlar üzerine birkaç hatırlatmayla yetinilecek. Çünkü hâlâ, Gramsci’nin hegemonya kavramının siyaseten zayıflatılmasıyla türetilen “kültürel hegemonya” kavramı, “kültür savaşı” ekseninde sürdürülen tartışmalar için önemli bir referans noktası oluyor.
SİYASETİN DIŞLANMASI
Kültürel hegemonya kavramı Gramsci literatürünün son derece basitleştirilmiş, soyutlanmış ve tekdüzeleşmiş bir mücadele stratejisi yorumuna dayanır. Bu popüler yoruma göre “hegemonya”, sınıflar mücadelesinde klasik Marksizmin iktidar ya da devletle imlenen siyasal egemenlik hedefi yerine sivil toplumda cereyan eden ideolojik egemenliği ele geçirmek suretiyle sosyalist mücadelenin uygulaması gereken stratejisini ifade eder. Dolayısıyla mesele aslında siyaseten egemenlikte yani iktidar olmakta değil, siyasetin “belirleyen”inde egemenlik kurmaktadır. Gramsci’de de bu belirleyen “ideoloji”dir. İdeoloji, dünyayı yorumlama kapasitesi/formasyonu olduğuna göre sosyalizmin samimi bir dünya görüşü haline gelmesinin ve bütün sosyal tabakaları etkilemesinin nirengi noktası, sosyalizm projesinin “hegemonya” kurabilmesi, kapitalizm projesine karşı sürdürdüğü “kültürel hegemonya” mücadelesinde alternatif olmasıdır. Gramsci’ye mal edilen bu bayağı yorum, Batı Marksizminin devrim/iktidar perspektifinden kopuk tarihsel uzlaşma zeminine yaslanan sosyalizm projesi için oldukça uyumluydu. Sosyalist stratejinin hedefleri belliydi; sivil toplum içinde erimek, kültürel alanda savaşmak, söylem mücadelesinin sınırlarını genişletmek…
Kültürel hegemonya kavramının bu stratejiyle kurulması, yalnızca sosyalizm kampının kimi akımları için değil, hasım kamplar için de kullanışlı hale getirildi. Sınıf savaşının, sömürü ilişkilerine, siyasal-ekonomik zora, devlet aygıtına dayanan korkunç görüntülerine perde çekme ihtiyacı, egemen sınıflar cephesinden “kültür savaşı” ya da “kültürel iktidar” gibi ifadelerle karşılandı. Örneğin Türkiye’de iktidar kalemlerince epey zamandır mustarip olunan yerleşik elitlerin “kültürel egemenliği”, ancak muhafazakâr mahallenin göstermesi gereken kültürel reaksiyonla aşılabilirdi. Bu reaksiyon, savaşların en kudretlisi, “kültürel iktidar” savaşıyla gösterilebilirdi. Ya da Türkiye toplumunun kurucu çatışması, sözü edilen yerleşik elit takımı ya da beyaz Türklük ile dışlanan mütedeyyinliğin, hor görülen muhafazakârlığın yüz yıllık “kültür savaşı”nda bulundu. Ya da İtalya’nın aşırı sağcı lideri Meloni’nin borsa spekülasyonlarını ve kapitalizmin tüketimci görüntüsünü hedef alan “anti-kapitalist” çıkışının karşılık bulması, aşırı sağın söylem mücadelesi yoluyla ya da “kültür savaşı” marifetiyle toplumsal stratejisinin başarıya ulaşmasını kanıtlıyordu.
Dolayısıyla Kulturkampf’ın tartışma zemininin mevcut sıkışıklıktan çıkması için belirli sorulara ihtiyaç vardır. Kültür savaşının siyasal savaş ekseniyle ilişkisi nedir? Sınıf mücadelesinin kendisi olarak bir kültür savaşından mı bahsetmeli yoksa onu saptıran, onu ikame eden mi?
GRAMSCİ, LENİN, HEGEMONYA VE SİYASET
Ne Gramsci’de kültürel hegemonya ya da aşırı sağın/muhafazakâr yazının aparttığı ifadeyle “kültür savaşı” toplumsal yaşam açısından bir “belirleyen”dir ne de mücadeleler dünyasının merkezine oturur. Gramsci’de böyle bir merkezi konum yoktur. Kültürel hegemonya kavramına “kültürel” ile yapılan tanımlayıcı ekleme Gramsci tarafından değil, yorumcuları tarafından yapılmıştır. Gramsci, sınıflar mücadelesinin kimi zaman “entelektüel”, kimi zaman “kültürel” kimi zaman da “ideolojik” mücadele süreçlerinden bahseder, bu doğrudur. Ancak hegemonya kavramı, hiçbir zaman “kültürel hegemonya” biçiminde bir tek başlılık kazanmaz. Çünkü Gramsci için hegemonya, ideolojik ya da kültürel alanla sınırlı değil, ekonomik ve siyasal mücadele biçimleriyle birleşik bir karakter kazanır. Gramsci’nin hegemonya kavramının da çok yönlü sınıf mücadelesi anlayışının da temel referansı Lenin’in işçi sınıfının üç temel mücadele biçimi (ekonomik, siyasal, ideolojik/teorik) olarak yaptığı formülleştirmedir. Hegemonya anlayışı, Gramsci’ye göre Lenin’in “Marksizme yaptığı en büyük katkı”dır. Hegemonya kuramını siyasal sınıf mücadelesi rotasında değerlendirmek Gramsci’nin ne söylediğiyle ciddi biçimde ilgilenmek için kritik önemdedir. Çünkü Gramsci’nin hegemonya kavramı açısından referans kaynağı Lenin’in “proletarya hegemonyası” olarak formüle ettiği şey, yani siyasal sınıf mücadelesinin toplumsal tabakalar içinde hegemonik etki yaratmasının imkânlarıdır.
“Siyasal ve ekonomik güç kazanma sorununun yanı sıra proletarya, entelektüel güç kazanma sorunuyla da yüzleşmelidir. Kendini siyasal ve ekonomik yönden örgütlemeyi nasıl düşündüyse, kültürel yönden örgütleme konusunu da düşünmek zorundadır.”[2]
Lenin’in hegemonya ile birlikte düşünülmesi gereken diğer önemli kavramı da “sınıf önderliği”dir. Lenin’e göre işçi sınıfı, kendi taleplerini ancak ezilen sınıf ve tabakaların talepleri olarak formüle etme, yani toplumsal önderliği üstlenebilme yeteneği kazandığı zaman burjuvazinin iktidarına alternatif olabilir. Bu önderliğin bir yanı, ezilen sınıfların siyasal ve ekonomik taleplerini, kendi sınıf çıkarlarına eklemleme yeteneğiyse, bir yanı da işçi sınıfının kendi dünya görüşünü, duygu ve düşünce dünyasını, bütün ezilen toplumsal kesimlerin dünya görüşü olarak ilan etme yeteneğidir. Bu siyasal ve ideolojik önderlik fikri de göklerden gelmemiş, burjuvazinin iktidar pratiğinden çıkmıştır. Gerçekten de burjuvazinin iktidarı, bir ölçüde, kendi çıkarlarını bütün toplumun çıkarları ve uzlaşma zemini olarak formüle edebilme yeteneğine bağlıdır. Egemen sınıfın çıkarları, sadece tarihsel bağlamda değil, bugün de her düzlemde, egemen sınıfın dünya görüşünü, kültürünü, düşünce dünyasını bütün insanlığın ve toplumun düşünceleri, kültürü, dünya görüşü olarak gösterme kabiliyetine dayanır. Ancak burjuvazinin iktidarı, bir pamuk ipliğine bağlı değildir. Üretim tarzı ve sömürü ilişkilerindeki egemenlik, devlet ve siyasal iktidara hâkimiyet, bu ideolojik ve kültürel iddianın esas güç zeminidir. Devlet, siyaset ve zor mekanizmaları, ideoloji, rıza ve tabiiyet mekanizmalarıyla iç içe geçmiştir. Gramsci’nin devrim ve iktidar perspektifinin merkezine Lenin’in sınıf egemenliğinin dinamiklerinden kurulan hegemonya ve sınıf önderliği fikri oturur.
Gramsci, Marksizmin takipçisi olan bir siyaset teorisyenidir ve onun için de kuramsal ve metodolojik olarak siyaset süreçlerinin merkezinde “iktidar” vardır. İdeolojik ya da kültürel hegemonya, siyasal sınıf iktidarından ya sonra gelir ya da devlet iktidarına alternatif olan bir siyasal hareketin türevi olarak karşımıza çıkar. Bu ilişkinin tersine çevrilmesi imkânsızdır. Gramsci’de de kültür savaşı ya da ideolojik mücadele, sınıflar mücadelesinin bütünlüklü stratejisine eklemlenen bir cepheden fazlası değildir. Solun sivil toplumcu/reformist geleneklerinin iddiasının aksine toplumsal altüst oluştan, ekonomik temelden, iktidar değişikliğinden “önce” ezilen sınıflar düzeyinde kültürel iktidarı kurumsallaştıracak bir entelektüel dönüşümün olmayacağından da defalarca bahseder. Entelektüel, kültürel, ideolojik mücadele, işçi sınıfının geniş mücadele coğrafyasının yalnızca bir cephesidir ve ancak son derece önemlidir.
“Proleter devrim bütünsel bir devrimden başka bir şey olamaz. O, kapitalist süreçte onun tarihsel belirlenimi içerisindeki işçi sınıfına özgü yeni emek tarzlarının, yeni üretim ve bölüşüm tarzlarının kuruluşunu içerir. Bu devrim, aynı zamanda, işçi sınıfına özgü olması gereken, onun tarafından yaratılması gereken, işçi sınıfı egemen sınıf olduğunda ‘egemen’ olan yeni bir dizi ölçütün, yeni bir psikolojinin, yeni duyuş, düşünüş ve yaşayış biçimlerinin oluşturulmasını da önvarsayar.”[3]
Dolayısıyla doğru bir sınıf stratejisine oturmadığında ideolojik mücadele ya da kültür savaşı, Avrupa aşırı sağı, Latin Amerika sol popülizmi, ABD Alt-Right’ı, Doğu Avrupa’nın faşist reaksiyonları ya da İslamcı/İhvancı iktidar pratikleri gibi soldan sağdan bir dizi projeyle karşımıza çıkabilir. Ancak esas mesele, bir belirleyen olarak ideoloji ya da kültür değil ideolojiye ya da kültüre bu gücü kazandıran temelin ne olduğudur. O zaman kültürel hegemonyadan bahsetmek için hegemonyadan bahsetmek, sınıf mücadelesinin bütünlüklü süreçlerine bakmak şarttır. Hegemonya/sınıf önderliği anlayışından kaçarak kurulan kültür-hegemonya ilişkisi öznesiz ve tarihsiz bir süreç olarak ele alınır. Ancak hegemonyanın sınıf ve siyaset temeli, Gramsci açısından da belirleyicidir.
“Marksizmin son dönemdeki evrimi, hem hegemonyayı devlete ilişkin tasavvurunun ana unsuru haline getirmesine, hem de kültür denen şeye, kültür faaliyetine ‘değer verilmesine’ ve salt ekonomi ve siyaset cephesinin yanına bir de kültür cephesini katma ihtiyacı duymasına bağlıdır.”[4]
KÜLTÜRÜN SINIF PLANI
Varsa bir kültür savaşı, Marksizm tarafından küçük bir kültürel çemberde, pragmatik bir sosyalist propaganda yoluyla sürdürülemez. Çünkü Marksizm açısından kültür, yaygın kullanımının aksine kültürel ürünlerin (medya araçları, dergiler, kitaplar vb.) üretildiği alanlardan ibaret değildir. Kültürün kaynağı, kapitalist üretim tarzının yeniden üretim mekanizmalarıdır. Ezilen sınıflara mensup olanların umut ve umutsuzluğunun, mutluluk ve acılarının, hayal kırıklıkları ve hayal gücünün koşullandığı her ortam, kültürün üretim alanıdır. Dolayısıyla kültür savaşı ezilen sınıfların ortaklaşma ve dayanışma ilişkisini, yeni/alternatif bir dünyanın potansiyel yurttaşı olma duygusunu bugünden uyandırmayı, kazandırmayı gerektirir. Dolayısıyla kültürsüz siyaset, siyasetsiz bir kültür yoktur.
“Kültür, maddi hayatın üretiminin ve yeniden üretiminin süreçlerinde, insanın doğayı ve kendisini dönüştürmesine ait bilinci, tasarıları, bilgisi ve deney birikimi ile bunların ifade edilmesinin biçimlerini kapsar; bu, tarihin her döneminde, şu ya da bu düzeyde, mutlaka vardır.”[5]
O zaman doğru bir kültür yorumu, siyasetsiz olmadığı gibi sınıfsız da olamaz. Sınıflar mücadelesinin bir alanı, kültürel çapta da sürmektedir. Ancak bu alan ne siyasetten ne de ekonomiden özerkleşmiştir. Kültürün bu anlamı, yaşanan dönemleri de kültürel ortamlarıyla değerlendirme imkânı sağlayabilir. Örneğin kapitalist toplumlarda üretim ilişkileri ve toplumsal yaşamın örgütlenişi arasındaki ilişki, kültürel ortamın özerk bir ortam olarak kalmasını imkânsız kılar. Kültürel üretim alanları üzerindeki egemenlik çabası, sınıf iktidarının dolaysız çıkarlarına tabi kılma motivasyonuyla sürdürülür.
“Herhangi bir kültürel olgunun, hangi ana (burjuvazi ya da proleter) sınıfa ait olduğunu belirleyen şey, onun o sınıf açısından taşıdığı toplumsal işlevi ve bu sınıfın (geleceği de kapsayan) tarihsel eylemi bakımından ifade ettiği içeriktir.”[6]
KÜLTÜR SAVAŞI VE SİYASAL PARTİ
Kültür savaşını, kültür ürünlerinin üretim ve tüketim alanıyla sınırlamak, dolaysız olarak içinden çıkılmaz bir “ideolojik hegemonya” yorumuna, bir tür “düşünsel yenilgi” anlayışına da yol açabilir. Brecht ve Benjamin, Adorno’nun kültür endüstrisi yorumunun tek yönlü-olumsuz içeriğine dair itirazlarında, kültür endüstrisinin teknik gelişimini ve üretim araçlarının bir “karşı-kültür” oluşturma mücadelesinde de kullanılabileceğini, bu araçlardan yararlanma olanaklarını hatırlatır. Nitekim Brecht tiyatrosu dünyanın gerçek ilişkilerini izleyicilerin önünde ortaya sererek, dünyanın “sıradan” insanlar tarafından değiştirilebileceği fikrini dolaysız olarak güçlendirir. Örneğin Brecht tiyatrosu, kültür savaşının en sahici formlarından biridir. Brecht’e göre gerçeklik vurgusu, kapitalizmin kültür endüstrisinin güncel sorunların unutularak gerçek bir çözüm arayışından uzaklaşılmasını sağlayan gerçek-dışı kültür kategorilerine alternatif olabilir. Ancak Brecht’in itirazları, kültür savaşının egemen kültür üretimine karşı doğrudan alternatif kültürel üretim olanakları açısından önemlidir. Egemen kültür ya da popüler kültür içerisinde de kültür savaşının kimi “çatışma” unsurları bulunabilir. Örneğin grev deneyimi yaşayan bir işçi bileşiminin, sınıfsal çatışmaların gerçekçi unsurlarını değil ama yeni bir dünyanın düşünsel/entelektüel potansiyelini görebileceği ana-akım bir tiyatro oyununu izlemesi de “kültür cengi”nin parçasıdır. Kültür savaşının sahasını, medya, iletişim, edebiyat, estetik vb. bir dizi kültürel çıktının üretildiği düşünsel alanda faaliyet gösterecek entelektüel savaşçıların mücadele cephesi olarak sınırlamak bir yanılgıdır. Gramsci, işçilerin, ezilenlerin, sendikacıların ya da kaderini işçi sınıfının kaderine bağlamış aydınların mücadele alanı olarak kültürel alandan bahseder. Alternatif bir dünyanın hem mümkün hem de zorunlu olduğunu, güç ilişkilerinin ve siyaset süreçlerinin bulunduğu her alanda gösterme yeteneğini, imkânlarını yaratacak sosyalist mücadele sorunudur kültür sorunu.
Gramsci’nin Machiavelli’nin Prens’inden hareketle yaptığı “Modern Prens” tasviri, kültür savaşının özne sorununu anlamak açısından da ufuk açıcıdır. Gramsci’ye göre modern prens, Machiavelli’nin prensi gibi “kolektif arzular” üzerine kurulmalıdır. Ancak ne bir mit prensi ne de gerçek bir kişi olmalıdır. Toplumsal yaşamın içinden çıkan karmaşık bir organizma, ancak toplumsal yaşamın dönüştürülmesi mücadelesinin de meşru formu olmalıdır. Tarih, bu organizmayı tedarik etmiştir; sınıf partisi.[7] Siyasal parti, evrensel ve bütünlüklü olmaya eğilimli bir kolektif iradenin ilk biçimlerini barındıran organizmadır. Gramsci’ye göre kültür savaşı, gelecekteki topluma dair bütün tasavvurların ilk biçimlerinin vücut bulduğu bu örgüt ve çok yönlü faaliyeti yoluyla ezilen sınıfların işçi sınıfı öncülüğünde birleştirilmesi ve bütün insan/toplum özellikleri itibarıyla kapitalizmin alternatifi olacak bir toplumsal düzenin kurulması mücadelesinde yönetilmesinden ibarettir. İşçi sınıfının bu hegemonyanın gerektirdiği yetenekleri kazanmasının savaşıdır kültür savaşı.
Marksizmin maddi yaşamın üretimi ve yeniden üretimi bağlamındaki toplum kuramı, insana ve topluma dair bütün fenomenlerin ve kültürel-ideolojik nosyonların kavranabilmesi açısından kritiktir. Çünkü bu ilişkisellik; kapitalizm eleştirisinden bağımsız ve özerk yapılan kültür ya da ideoloji eleştirisinin boşluklarını, sınıf ve iktidar gibi temel dinamikleri oyun dışı bırakan bir kültür-savaşı tartışmasının zayıflıklarını görmek açısından da önemlidir. Kültür için siyaset, kültür savaşı için sınıf savaşı kategorileri şarttır.
[1] Wood, Ellen Meiksins (2006) Sınıftan Kaçış – Yeni Hakiki Sosyalizm, İstanbul: Yordam Kitap.
[2] Haz., David Fogacs (2010), Gramsci Kitabı: Seçme Yazılar 1916-1935, Çev. İbrahim Yıldız, Ankara: Dipnot Yayınları, sf. 87
[3] Fogacs, Gramsci Kitabı: Seçme Yazılar 1916-1935, sf. 87
[4] Gramsci’den aktaran Razmig Keucheyan, “Kültür Savaşı Nedir: Kültürel Hegemonya Kavramının Yanlış Kullanımları Üzerine”, Çev. Akın Terzi, https://www.e-skop.com/skopbulten/kultur-savasi-nedir-kulturel-hegemonya-kavraminin-yanlis-kullanimlari-uzerine/3863 (Erişim Tarihi: 22.10.2022)
[5] Çubukçu, Aydın(1994), Kültür ve Politika, Evrensel Kültür Kitaplığı, İstanbul, sf. 24
[6] Çubukçu, Kültür ve Politika, sf. 116
[7] Fogacs, Gramsci Kitabı: Seçme Yazılar 1916-1935, sf. 295



