yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

Fi numarası

Dizinin açılış sahnesi epey manidar. Üstünden başından kibir akan meymenetsiz bir herifin canı dayak yemek ister, dayağını da yer. O adam memleketin en meşhur terapisti çıkar, her lafı manşet haberi olan psikiyatr doktora herkes hayrandır. İzledikçe dökülür ki Fi, “yeterince dayak yememiş” karakterlerini bir bir sıraya dizen bir dizi. Yani reklamların içine dizen, demek daha doğru. Dayaklıklar kulübünün birinci kuralı, kulübün bütün envanteri hakkında konuşmaktır. Kadraja sığan ve cümle içinde kullanılan her şey satılıktır.

Kitap dayakla başlamıyor. Zaten dizi uyarlandığı romanı genelde izlemiyor. Karakterlerin hikâyesini yeniden anlatıyor. Romandan çok daha iyi kurgulayarak yapıyor, açılış sahnesinin de belli ettiği üzere. Fi, Çi, Pi adlarını taşıyan roman üçlemesi, New Age şarlatanlığını çoksatar kitaplar diliyle tekrarlayan, bir ergen erotizmi eseri. Başlıca malzemesi, kuantum sahte felsefesi, düşünce gücü metafiziği gibi özellikle üst sınıfların dinlemeden uyuyamadığı zamane masalları.1 Yazarı Azra Sarızeybek Kohen (Akilah mahlasını da kullanıyor) kitabın edebi bir eser olmayıp “bilgi” verdiğini iddia ederken bunu kastediyor olmalı. Başında Kohen’in “çok satan kitabından uyarlanmış” olduğu yazan dizi, felsefeyi hafifletip şekli abartarak başka bir dile tercüme ediyor: Diziceye.

Karakterlerin “artis”, sinsi, intikamcı yanları, bol entrika, cinsel gerilim, kimlik ikilikleri, biyolojik anne babanın belirsizliği gibi tipik Türkiye dizisi problemleri öne çıkıyor. Tüm şıklığıyla inceden işlenen mesaj yine aynı telden; tutku ve zenginlik müthiş bir şeydir, size de çıkabilir.

Dizinin ismini aldığı sayı, Fi, altın oranı verir, iddiaya göre bu da güzelliğin temelidir. Fibonacci serisinde ve doğada tekrar tekrar rastlanan bir oran eskiden beri biliniyor. Bunu sanatın, estetiğin, güzelliğin başlıca kriteri saymanın abartmak olduğu da öyle.

Buradaki Fi bir sayı değil, artık bir numaradır. Ve bu “altın oran” numarası, estetiğin değil, pazarlamanın konusudur: Tipik dizi unsurları taşır ama onlardan ayrılır da. Görece daha özenli kostümler, paraya kıyılmış setler, “aynı yabancı diziler gibi” kamera hareketleri, ışıklar, renkler… Hem yerli gibi, hem değil, hem yabancı gibi, o da değil.

Hiçbir şeyle ilgilenmeyip tek detay üstüne saatlerce konuşulabilsin diye tasarlanmış, ama ne kadar da tartışmaya doyulamaz derinlikte manalar içeriyor. Hem yüzeysel, hem allameicihan. Televizyonda değil, “sansürsüz”, ne büyük laf. Her replikte, her görüntüde reklamverenin dediğini yapınca öpüşme de serbest, içki de. Yani yapımcının istediği dakikalarda zorunlu.

Reklamsız, ama her nasılsa kimsenin sayamayacağı kadar reklam her karede. Yerli yersiz övdükleri cep telefonları zaten baş karakter. Reklam için ara vermenin daha etik olduğunu düşündürecek kadar dizginsiz. Sorsan düzenin en dışında, ama maşallah bütün ihaleler onda. Fi tabii ya.

Açılışta yediği dayakla, terapistin hikâyesi başlar. Adı Can Manay. Televizyonda ünlülerin geçmişlerini kurcalayıp magazin malzemesi üreten bir program yapar. Reyting birincisi olmakla yetinmez, şirketinde çalışanları en birinci olmak için zorlar. Bir gün bahçesinde dans eden Duru’yu görür, Fi’sine vurulur, yanındaki evi satın alır. Adım adım hayatına sızıp sapıkça bir takibe başlar.

Duru gelecek vaat eden, sevgilisiyle mutlu bir dansçı, sevgilisi Deniz şöhret peşinde olmayan, konservatuvar hocası bir müzisyendir. Can tacizi artırır. Deniz sanatı piyasaya kaptırmamaya, öğrencilerini sahipsiz bırakmamaya odaklanır. Duru aradığı tutkuyu Can’da bulur. İlk sezonun konusu özünde, bir kibirle ezme ve ısrarla baştan çıkarma harekâtı sayılabilir.

Yan hikâyelerin biri Deniz’in başında olduğu sanat okulu projesi. Sanatın bağımsızlığı üzerine bir tartışma yapılır gibi, ama daha çok laf dolandırılır. Deniz’i bir sahnede “sanatı meze etmem” çıkışları yaparken, bir sahnede bankayla sponsorluk için masaya otururken görebiliriz. Şu köşede bağımsız sanat övgüsü öne çıkar, bir başkasında sermayenin faydaları. Varılan, herkesin haklı olduğu o altın oran. Piyasaya karşı bütün nutukların, her köşeye yerleşmiş reklamların üstünde otururken atılması, en güzel detay.

Diğer yan hikâye de medya üstüne. Magazin muhabiri Özge, Can Manay’ın bir sırrının peşine düşer, bu yüzden medya sektöründen dışlanır. Magazinci, medya oligarşisine direnen, gerçeğin savaşçısı gibi bir şey olur. Bir kusurla; en büyük medya patronunun gizli himayesiyle. Kimin kimle sevgili olduğu, kimin gey olduğu gibi müthiş haberler yapacakken, sürekli birtakım karanlık odakların sansürüne uğrar. Can Manay’a karşı bir koz arayan karizmatik patron, Özge’yi düzenin sınırlarını aşmamak üzere eğitir.

Yani ilk sezonun mevzuları arasında basının finansmanı, sanatın finansmanı ve elbette, sıkıcı monotonluklar ile tehlikeli cazibeler arasında gidip gelmeler var. Kitaplar Can’ın belasını bulmasıyla, Duru’yla Deniz’in dersler çıkarmasıyla sürüyor. Herhalde dizi de ibretle son bulacaktır. Ama mahkum edileceği zamana kadar Can Manay’ın zekası, başarısı, zenginliği, zevkliliği ve tabii ihtirası köpürtülmeye bir türlü doyulamayacak gibi görünüyor. En azından romana göre daha az cinsel saldırıda bulunuyor, her saldırı sahnesinde “asla ona zarar verecek bir şey yapmazdı” gibi cümlelerle de aklanmıyor.

Dizide romandaki birçok özellik törpülenmiş, bekleneceği gibi. (Romandaki gibi konuşsalar, sevgililer kavga ederken birbirine “Deneyim vardığımız yer değil, gittiğimiz yoldur” filan diyecek.) Sevişme ve küfür serbestisinin gölgesinde kalıyor belki ama yine de roman için önemli detaylar, saldırganlıklar, dizi için aşırı demek. En dikkat çekicisi, Özge’nin romanda çıkardığı Darbe dergisinin, dizide Manifesto adlı siteye dönüşümü.2

Fi’nin cazibesi, tehlikeli alanlarda gezintiye çıkması, riskli muhabbetlere katılması, cüret gösterileri yapmasından ileri geliyor olabilir. Medya tartışmaları belki bunlardan biridir, reyting hesapları, mülkiyet ilişkilerinin kısıtlayıcılığı, sansür gibi değinmeler… Bir örnek, “militarist” diziler için “onlar bizden daha kanlı” gibi eleştiriler (bu sonuncusu romanda yok, romanda militarizmin eleştirisine rastlamak zor zaten, bkz. Darbe). Sanatın kutsallığı ve bağımsızlığı bir başkası. İlk bölümün başlarında sanatı “meze etmeyen” Deniz, yeni okulunu hemen burjuvazinin himayeleriyle kuruverir, Can’a sponsorluk işini ayarladığı için teşekkürler hiç bitmez.

Magazin gazetecisi Özge, büyük medya patronunun elinden tutmasıyla oyunları bozan, düzenin tekerine çomak sokan bir gazeteciye dönüşebilir mi? Fi’nin bütün çıkıntılıklara yaklaşımı, hepsini düzenin içinde tutmak, her isyanı güzelce paketleyip Deniz’in ifadesiyle patronlara “meze” etmek. “Kadın düşmanı bir pislik” cezalandırılacak, ama Özge’nin “oh olsun” dediği ceza, adamın gey olduğu sırrını ifşa edip, erkek sevgilisiyle fotoğraflarını basınca kalp krizi geçirmesini sağlamak, mesela. Arada sırada beliren ve cezalandırılan kötü patronların sonradan görme, kaba, Türkçesi şiveli, eğitimsiz olmaları tesadüf mü? Sanattan anlayan ruh hastası Can’ın bütün cahil şarkıcılara yeğlenmesinin hikâyesi, Fi.

Hepsi yakışıklı adamlar, hepsi güzel kadınlar, şıkır şıkır ortamlar, kibir ve tuzukuru dertleri, Fi’de sergilenenler. “Parayı önemsemem” havaları, “o işlere muhasebecim bakıyor” kıvamında.

Dizinin medya düzeni içindeki yeri, yürüttüğü tartışmanın vardığı varacağı noktayı belli ediyor. Kuralları reddedişi, televizyonun reklam aralarına mahkum olmayışı yeni kuralları benimseyene, sponsorları dizinin başrolüne koyana kadar. O avam dizilere benzemeyen kibri, yine bütün dizilerin aynısı entrikalar, sırlar, insanlara sahiplik ve zürriyet problemlerine bağlanana kadar. Mal, mülk, parayı önemsemeyişi, yine herkesin başarısını aynı düzenin mevkisi, zenginliği, ünü ile ölçene kadar. İktidara bütün isyanı, onun bir parçası olana kadar.

Kısaca, internet dizilerinin geleceği için bir fikir vermesi bekleniyorsa, Fi’nin pek bir yenilik vaat etmediği ortada. Bu yeni gibi görünen sektörün de, televizyon dizilerinin tabi olduğu kurallardan bağımsız olmadığını gösteriyor. En bariz sorun olan süreyi bile fazla kısaltmaya cesaret edememiş, epey uzun bırakmışlar. Kurallar piyasa kuralları, RTÜK’süz ortam da cennete değil, o dünyaya bağlı. Genç, eğitimli bir izleyiciyi hedefliyor, ona göre bir üslubu ve anlatımı var.

Yoksa bildiğimiz yerli dizi numarası.

1) İçinde “pozitif düşünmek” olan bütün felsefeler bu yazının konusu değil. Bu felsefi kalabalığın tamamı çöp değildir belki, içindeki binlerce yıllık Doğu kültürü esintileri pekala ciddiye de alınabilir. Ama “düşünce gücü”nün devasa bir dolandırıcılık sektörünü beslediği ortada. Yoksa bildik bir gerçeğin basit ifadesinden etkilenmek de mümkündür, kahve falıyla bile iyi hissetmek insanlık hallerindendir. Şarlatanlığın şanındandır, arada iki doğru cümle olmazsa dükkan dönmez. Bir kere doğru gösteren saate göre ayar yapmak, herkes bilir ki, yanıltıcı olur. Yine de biri kuantum felsefesinden bahsederse cebini kontrol etmekte, “Hayatım değişti” hissine karşı temkinli olmakta fayda var. “Kalpsiz dünyanın kalbi” eski bir ihtiyaçtır, bazıları için eski bir meslektir. Önüne geleni alıp, satan, tüketen kapitalizm döneminde de müşterisine bu hengâmenin dışını vaat eder. Verdiğiniz nefesi size geri satar. Bunu kolaylaştıran, katı olan her şeyin buharlaşıp havaya karışmış, kutsal olan ne varsa dünyevileşmiş, ayaklar altına alınmış olması değilse nedir?

2) Romanlara bakınca, en kötü yazılmışı, dili en bozuğu, en tutarsızı hangisi, seçmek güç. Ama en bilmişi kesinlikle Pi, ilk yazılan, diğerlerinin hizmet ettiği asıl roman bu üçüncüsüymüş. Roman konudan saptıkça yaşam koçu nutuklarını andıran büyük falsolar veriyor. Uyarlama bunların her birine yer veremiyor. Derginin adını koyarken darbelerin ne kadar önemli ve gerekli olduğunu anlatan tirat gibi. Bir başka cüretkar abartı, aşının, ilacın her türlüsüne karşı iddialar. Gezi’yi de oldukça sert anlatıyor, dizide o sahneler kim bilir ne olacak. Cihat, şeriat övgüsü, “şeriat şeri at demektir” vaazı diziye konursa, şuursuzluğu iyice ele verir mi acaba? Artık televizyona çıkıyorlar, provokatif laflar etmeden daha çok düşünme vakti.

diğer yazıları