yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

Miriam

Bayan H.T. Miller birkaç yıldır Doğu Nehri’ne yakın, henüz elden geçirilmiş kırmızı kiremitli, iki oda bir ufak mutfak, şirin bir apartman dairesinde yalnız yaşıyordu. Bayan H.T. Miller duldu ve kocası H.T. Miller ona hatırı sayılır miktarda bir para bırakmıştı.

Bayan Miller’ın ilgi alanları kısıtlıydı, konuşacak pek arkadaşı yoktu ve nadiren köşedeki bakkaldan daha uzağa giderdi. Oturduğu apartmanda yaşayan diğer insanlar onun farkında değillerdi. Sıradan ve ciddi bir giyinişi, demir grisi renginde gelişigüzel dalgalı saçları vardı. Makyaj yapmazdı. Bütünüyle bakıldığında sade biriydi ve doğum gününü en son 61 yaşına girerken kutlamıştı. Uğraş verdiği işler arasında, nadiren de olsa, sıradan aktiviteler vardı. Arada bir sigara içer, sigara içtiği bu odayı temizler, kendi yemeğini hazırlar ve kanaryasını beslerdi.

Sonra bir gün Miriam’la tanıştı.

Karlı bir geceydi. Bayan Miller akşam yemeğinin bulaşıklarını yıkayıp kurulama işini bitirdikten sonra öğlen haberlerini başparmağıyla çevirmeye başladığında yakındaki tiyatroda gösterilen bir oyunun afişini gördü. Başlık kulağa hoş geliyordu. Hemen davrandı, oradan kürklü paltosunu aldı, sarındı ve ayakkabısının bağcıklarını bağladı. Apartmandan çıkarken antrenin ışıklarını yanık bıraktı, zira onu karanlığın yarattığı histen daha fazla hiçbir şey rahatsız edemezdi.

Dışarı çıktığında henüz kaldırımları örtmeyen, hafifçe düşen güzel bir kar yağıyordu. Nehir tarafından esen rüzgâr sadece yol kavşağını kesiyordu. Bayan Miller acele etti, başını öne eğdi. Delikte gizlenen bir köstebek, kör bir hayvan misali olana bitene kayıtsızdı. Bir aktarın önünde durarak bir paket naneşekeri aldı.

Bilet bankosunun önünde uzun bir kuyruk vardı. Kuyruğun sonundan sıraya girdi. Kuyrukta, kısa sürede yerini almayı bekleyen sıkıcı bir sızlanma vardı. Giriş ücretini tam denkleştirecek bozuklukları elde edene kadar çantasının altını üstüne getirdi. Bu kuyruk zamanını çalacak gibi görünüyordu, dikkatini dağıtacak bir şeyler bulabilmek için etrafa bakındı ve birden sinemanın önündeki tentenin köşesine ilişmiş küçük kızı fark etti.

Küçük kızın saçları Bayan Miller’ın hayatında gördüğü en uzun ve en tuhaf saçtı; gri-beyaz rengindeydi tıpkı albinolar gibi. Beline kadar dümdüz bir şekilde uzuyordu. Zayıf ve kırılgan bir yapısı vardı. Mürdümeriği rengindeki kadife paltosunun ceplerine sokulmuş başparmaklarıyla sade bir şıklıkla dikiliyordu.

Bayan Miller tuhaf bir heyecan hissetti ve küçük kız göz ucuyla ona baktığında sıcak bir gülümsemeyle karşılık verdi. Kız ona doğru ilerledi ve “Bana bir iyilik yapabilir misiniz” diye sordu.

“Yapabilirsem ne âlâ, mutlu olurum” diye karşılık verdi Bayan Miller.

“Gerçekten kolay bir şey. Sadece ‘Benim için de bir bilet alabilir misiniz’ diyecektim. Bana satmıyorlar da. İşte parası burada” dedi ve Bayan Miller’ın eline iki onluk, bir beşlik koydu.

Böylece tiyatroya birlikte girdiler. Yer gösterici onlara bekleme salonunu gösterdi, yirmi dakika sonra gösteri başlayacaktı. Bayan Miller otururken neşeyle “Kendimi halis bir suçlu gibi hissediyorum. Bu gibi şeyler kanuna aykırı bildiğim kadarıyla, değil mi? Umarım yanlış bir şeyler yapmıyorumdur. Annen nerede olduğunu biliyor mu hayatım, yani öyledir, biliyordur herhalde?”

Küçük kız bir şey söylemedi. Paltosunun düğmelerini çözdü, uçlarını bir araya getirerek katladı. İçindeki elbise koyu mavi renkte, münasip bir elbiseydi. Boynunda altın bir kolye vardı ve bir müzisyeninkini andıran hassas parmaklarıyla onunla oynuyordu. Yakından incelemeye tabi tuttuğunda Bayan Miller; ondaki asıl dikkate değer şeyin saçları değil gözleri, çocuksuluktan, herhangi bir çocukta olabilecek denli bir başkalıktan yoksun ela rengindeki sabit gözleri olduğunun ayırdına vardı. O gözler ki neredeyse küçük yüzünü yutacak büyüklükteydi.

Bayan Miller bir naneşekeri uzatırken “Senin adın ne canım” diye sordu.
“Miriam” dedi, sanki ilgiliymişçesine ve aşina bir bilgiymişçesine.
“Nasıl yani, bu çok komik, benim adım da Miriam ve bildiğim kadarıyla artık çok yaygın bir isim değil. Sakın soyadım da Miller deme!”
“Sadece Miriam.”
“Ama çok komik değil mi?”
“Kısmen” dedi Miriam naneşekerini dilinde o yana bu yana kaydırırken. Bayan Miller rahatsız olduğunu belirtircesine kızardı ve yerini değiştirdi. “Böyle küçük bir kıza göre epey geniş bir kelime hazinen var” dedi.
“Benim mi?”
“Evet sen, ta kendisi.” Apar topar konuyu değiştirdi. “Sinemayı sever misin?”
“Bilmem, daha önce hiç gelmedim ki!”

Bu sırada kadınlar bekleme salonunu doldurmaya başlamışlardı. Az ötedeki ekranda güncel haberlere dair flaşlar patladı. Bayan Miller çantasını koltuğunun altına sıkıştırarak “Sanırım oturacak yer bulabilmem için koştursam iyi olacak, seninle tanışmak gerçekten güzeldi” dedi.
Miriam onu hafif bir baş hareketiyle selamlamakla yetindi.

***

Bütün bir hafta boyunca kar yağdı. Tekerlekler ve adımlar caddeleri sessizce arşınladı, sanki hayat; bir perdenin, cansız ama aynı zamanda arkasına sızması mümkün olmayan bir perdenin arkasında devam ediyor gibiydi. Sessizliğin indiği yerde ne gökyüzü ne yeryüzü vardı, sadece rüzgârda salınan kar, buzlanan pencere camı, üşüten odalar, seslerden azade sükût içindeki şehir… Öyle ki saatler boyunca bir lambayı yanık tutmak gerekiyordu, dahası Bayan Miller günleri hepten birbirine karıştırmıştı; cuma günü bir cumartesi yahut bir pazar gününden farksızdı. Nitekim markete uğradı ve tabii ki kapalı olduğunu gördü.

Akşam sahanda yumurta ve bir tas domates çorbasıyla idare etti. Yemekten sonra pazen geceliğini giyip, yüzüne gece maskesini sürdü ve ayaklarının altına sıcak su torbasını koyarak kendini yatağa bıraktı.

Kapı zili çaldığında Bayan Miller gazetesini okuyordu. İlkin biri yanlışlıkla zile basmış olmalı kimse çoktan gitmiştir diye düşündü. Ama öyle olmadı, zil zır zır diye ısrarla takılı kaldı. Saate baktı, on biri bir iki dakika geçiyordu. Her zaman saat onda uykuya geçen Bayan Miller için durum hiç normal değildi. Yataktan çıktı, oturma odasını hızlıca yalınayak geçti. “Geliyorummm, çatlama lütfen!” Kapının sürgüsü takılmıştı, bir o yana bir bu yana çevirdi ama zil bir an için bile durmadı. Sürgü (nihayet) geçit verdi ve kapıyı bir arpa boyu kadar araladı. “Allahaşkına bu da kim?”

“Merhaba” dedi Miriam.
“Ooo, sana da merhaba” dedi Bayan Miller, çekinerek hole doğru geriledi. “Sen şu küçük kızsın.”
“Bir ara hiç açmayacaksın sandım, parmağım zilde öylece asılı kaldı, evde olduğunu biliyordum. Beni gördüğüne memnun olmadın mı yoksa?”

Bayan Miller ne diyeceğini bilemedi. Miriam geçen gün giydiği şu mürdüm (eriği) rengi kadife paltosunu giymişti. Bu kez ona uyumlu bir de beresi vardı. Beyaz saçları iki örgü şeklinde örülmüş ve uçları kocaman beyaz kurdelelerle düğümlenmişti.

“O kadar beklediğime değdi doğrusu en azından beni içeri aldın.”
“Gerçekten geç bir vakit…”

Miriam bu sözlere boş bakışlarla karşılık verdi. “Ne fark eder. İçeri aldın bir kere. Dışarısı soğuk ve üzerimde incecik bir ipek elbise var” diyerek kibar bir hareketle Bayan Miller’ı kenara itti ve içeri girdi.

Beresini ve paltosunu sandalyenin üzerine bıraktı. Gerçekten de ipek bir elbise giyiyordu. Beyaz ipek… Şubatın ayazında beyaz ipek! Etekleri nefis pileli uzun kollu bir elbiseydi. Odayı boydan boya arşınlamışçasına bir esriklik yarattı. “Evini sevdim” dedi. “Halıyı beğendim ki mavi benim en sevdiğim renktir.” Masanın üzerindeki yapay güllere dokundu. “Sahteler” dedi cansız bir biçimde. “Sahte olmaları ne kadar üzücü, değil mi?” Kendini kanepeye bıraktı, elbisenin eteklerini zarifçe yanlara devşirdi.

“Ne istiyorsun” diye sordu Bayan Miller.
“Otur” dedi Miriam. “Ayakta dikilen insanları görmek beni kaygılandırıyor.” Bayan Miller koltuğa gömüldü. “Ne istiyorsun sen” diye tekrar etti.
“Biliyor musun, geldiğime memnun olduğunu hiç sanmıyorum.”

İkinci bir defa Bayan Miller cevapsız kalmıştı. Elleri belli belirsiz kımıldadı. Miriam kıkırdadı ve desenli yastığa yaslandı. Bayan Miller, bu kızın hatırladığından daha az solgun olduğunun ayırdına vardı. Yanakları al aldı.

“Yaşadığım yeri nasıl buldun sen?”
Miriam kaşlarını çattı. “Başka bir soru?.. Senin adın ne, benimki ne?… Hadi ama telefon defterine kayıt yapmıyoruz, başka şeylerden konuşalım.”
“Annen, gecenin bir yarısı böyle küçük bir yaşta, dışarıda öylece aylaklık yapmana izin verdiği için delirmiş olmalı. Hem de böylesi komik bir kıyafetle. Gerçekten aklını yitirmiş olmalı.”

Miriam yerinden kalktı. Köşeye, tavandan zincirle asılmış kuş kafesinin olduğu yere doğru yöneldi. Örtüsünü şöyle bir araladı. “Aaa bir kanarya” dedi. “Onu uyandırırsam senin için bir sakıncası var mı? Ötüşünü duymayı çok isterim.”
“Tommy’i rahat bırak” dedi Bayan Miller endişeli bir şekilde. “Sakın onu uyandırayım deme!” “Pekâlâ” dedi Miriam. Ancak, neden onun sesini duyamayacakmışım pek anlamadım.” Sonra da “Yiyecek bir şeyler var mı, açlıktan ölüyorum. Süt bile olur hatta reçel sürülmüş bir ekmek fena olmaz” dedi.

“Bana baksana sen” dedi, Bayan Miller yerinden kalkarak: “Bak eğer iyi bir çocuk olup doğruca evine gideceğine söz verirsen sana bir sandviç hazırlarım. Saat gece yarısını geçti bile!”
“Ama dışarıda kar yağıyor” diye sitemkâr konuştu Miriam. “Üstelik soğuk ve karanlık…”
“Öyleyse bunu ta baştan düşünüp hiç gelmeyecektin” derken bir yandan da sesini kontrol etmeye çabaladı Bayan Miller. “Hava konusunda elimden bir şey gelmez. Eğer yiyecek bir şeyler istiyorsan, gideceğine söz vermen gerekli.”

Miriam o sırada yanağının üzerine düşen bir tutam saçı örmekle meşguldü. Gözleri düşünceli düşünceli bakıyordu, teklifi kafasında tartıyor gibiydi. Kafese doğru yöneldi. “Pekâlâ” dedi söz veriyorum.

Kaç yaşlarında vardı? On, on bir?.. Bayan Miller, mutfakta çilek reçeli kavanozunun ağzını açtı ve ekmeği dörde böldü. Bir bardağa süt doldurdu ve sigarasını yaktı. İyi de neden gelmişti ki? Elleri bir kibriti dibine kadar yanıncaya dek tutmuş gibi titredi, öyle allak bullak olmuştu. Öte yandan kanarya sanki günün başka bir vakti değil de sabahmış gibi şarkısını söylemeye devam ediyordu. “Miriam” diye seslendi. “Miriam, sana Tommy’yi rahatsız etmemeni” söylemiştim. Cevap veren olmadı. Tekrar seslendi, karşılığında duyduğu sadece kanaryanın sesiydi. Sigaradan bir nefes daha çekti. İzmaritin sonuna geldiğini fark etti, “Amaaan” diye mırıldandı hoşnutsuz. Neyse sinirlenmeyecekti.

Yiyecekleri bir tepsiye koyarak kahve masasına götürdü. O an kuşun kafesinin hâlâ gece kılıfıyla örtülü olduğunun ayırdına vardı. Tommy hâlâ şarkısını söylüyordu. Bu onda tuhaf bir his yarattı. Odada kimsecikler yoktu. Sonra yatak odasına giden cumbaya doğru yürüdü. Tam odasının kapısına gelmişti ki gördüğü karşısında soluğu kesildi.

“N’apıyosun sen burada” diye sordu. Miriam şöyle bir baktı, gözlerindeki bu bakış alışılmışın dışındaydı. Üzerinde mücevher kutusu olan yazı masasının başında öylece dikiliyordu. Bayan Miller’la göz göze gelebilmek için bir süre çaba harcadı.

“Pek işe yarar bir şey yok ama bunu sevdim doğrusu.” Elinde cameo bir broş vardı. “Harikulade bir şey.”

“Sanırım onu yerine koysan iyi olacak” dedi Bayan Miller. Sanki kendisine destek olacak bir kuvvet bekliyordu. Kapının sövesine yaslandı, başı dayanılmaz bir biçimde ağırlaşmış, damarlarındaki basınç kalp atışlarını hızlandırmıştı. Normal olmayan bir şekilde gözlerinin önünde bir şeyler uçuşmaya başladı.

“Lütfen çocuk! O bana kocamdan yadigâr.”
“Ama bu çok güzel bir şey. Onu istiyorum” dedi Miriam. “Onu bana ver!”

Bayan Miller, ayağa kalkarak broşu alıp muhafaza etmesi için ricada bulunabileceği birine bir cümle kurmaya çabaladı ama ona öyle geldi ki kimsecikler yoktu onu kale alacak ve o an ürkütücü bir açıklıkla anlamıştı ki, yalnızlığı şu dingin şehir manzaralı yatak odasının tasdik ettiği ve hiçbir şekilde görmezden gelemeyeceği bir yalnızlıktı.

Miriam açlıktan uğunmuşçasına yiyordu. Öyle ki sütü ve sandiviçi bitmiş olmasına rağmen hâlâ parmak uçlarıyla tabakta zikzaklar çizerek ekmek kırıntılarını topluyordu. Cemeo broş, bluzu üzerinde parlıyor, parlaklık sanki üzerindekinin kendine ait olmadığının bir aksi gibi duruyordu.
“İşte bu çok hoştu” diye iç geçirdi. “Tam da şu an bademli ya da vişneli bir kek iyi giderdi doğrusu. Tatlı yiyip tatlı konuşmak gerek öyle değil mi?”

Bayan Miller pufun üzerinde her an kalkacakmış gibi tedirgin şekilde oturmuş sigarasını içiyordu. Saçındaki bone orantısız bir şekilde yüzüne doğru kaymış, onu zor durumda bırakmıştı. Bön bön etrafa bakınıyordu, yanakları al al, kızgın bir elin attığı tokadın kalıcı izini taşıyor gibiydi.

“Şeker ya da kek var mı?”
Bayan Miller sigarasının külünü halıya silkeledi. Başını hafiften doğrulttu, onunla göz göze gelebilmek için çabalar gibiydi. “Sana sandviç yaparsam gideceğine söz vermiştin” dedi.
“Gerçekten mi? Ben mi?”
“Bir söz vermiştin ve şu an gerçekten kendimi iyi hissetmiyorum, yorgunum…”
“Hemen öyle işkillenme ya! Takılıyorum sadece” diyerek paltosunu aldı, koltuğunun altına sıkıştırdı ve aynanın karşısında beresini taktı. Ardından Bayan Miller’a doğru yaklaştı ve fısıldadı. “Bana iyi geceler öpücüğü ver!”
Bayan Miller “Lütfen! bunu istediğimi sanmıyorum” dedi.
Miriam omuz silkeledi ve bir kaşını kaldırdı, “Nasıl istersen” dedi ve doğruca kahve tepsisine doğru ilerledi. Vazonun içindeki çiçekleri avuçladığı gibi zemine doğru taşıdı, yaydı ve vazoyu yere doğru savurdu. Camlar etrafa dağılırken o yerdeki çiçekleri ezmeye başladı. Yavaşça kapıya doğru yürüdü fakat kapamadan önce arkasında öylece duran Bayan Miller’a biraz sinsi biraz masum tuhaf bir bakışla baktı.

***

Bayan Miller ertesi günü yatakta geçirdi. Sadece bir kez kanaryasını beslemek, bir kez de kahve içmek için yerinden kalktı. Bir ara ateşini yokladı, ateşi yoktu. Başında çalkalanan sadece rüyalarının hararetiydi. Gözleri fal taşı gibi açılmış öylece tavanı izliyor, kararsız haliyle oyalanıyordu. Takibi zor bir senfoninin birbirini izleyen mistik temaları gibi rüyalar birbiri ardına geliyor, her bir sahne bitişi, keskin bir biçimde taslaklandırılmış yetenekli bir elden çıkmış bir yoğunluğun hissini veriyordu: Beyazlar içindeki küçük bir kız başına çelenk takmış, grilere bürünmüş tören alayını bir patikadan aşağı doğru peşi sıra sürüklüyordu ta aralarından bir kadının yükselen sesi bu tuhaf sessizliği böldü. “Bizi nereye götürüyor ki?”

“Kimse bilmiyor” dedi ön saflardan yaşlı bir adam.
“Ama bu kız çok güzel değil mi” diyen üçüncü bir ses eklendi onlara. “Tıpkı karda açan kardelenler gibi değil mi? Öyle beyaz, öyle parıltılı…”

***

Bayan Miller salı sabahına daha dinç uyandı. Göz kamaştıran gün ışığı stor perdenin arkasından sızıyor, rahatsız edici bir biçimde hastalıklı düşlerini aydınlatıyordu. Cemrenin düştüğünün habercisi ılık bahar havasını içine çekmek için odasının penceresini açtı. Mevsimsiz gelen yoğun bir karabulut kütlesi sonsuz mavilikteki gökyüzünü bir anda kaplamıştı. Çatı hizasından baktığında uzaktaki nehri ve bir vapurun bacasından çıkan dumanların eğimini sıcak rüzgârın içinden seçebiliyordu.

Tam da o sırada büyükçe, kurşuni bir kamyon caddedeki karı küreyerek kenara yığıyor, makinenin çıkardığı ses havada uğulduyordu.

Dışarı çıkıp apartmanı doğruca geçtikten sonra markete girdi, para bozdurdu, ardından ‘Schaffet’ların mekânına, garsonlarıyla şakalaşarak kahvaltısını yaptığı yere girdi. “Oh, gerçekten muazzam bir gün, tatil günüymüş gibi. Böylesi bir günde eve dönmek aptallık olur doğrusu.”

Lexington Bulvarı’na doğru giden otobüse bindi ve 86. Cadde’de indi. Burası kalıp alışveriş yapmak için idealdi.

Ne istediği ya da neye ihtiyacı olduğu hakkında hiçbir fikri yoktu. Böyle başıboş şekilde, kıvrak bir canlı gibi bakınarak oradan oraya geçmek ona rahatsız edici bir ayrı kalmışlık hissi verdi.

Üçüncü Bulvar’ın köşesinde beklerken çarpık bacaklı, kamburu çıkmış, kucak dolusu bir paket taşıyan yaşlıca bir adam gördü. Adam yırtık pırtık kahverengi bir palto giymiş, üzerine ekose bir şapka takmıştı. Bayan Miller birden karşılıklı olarak gülüştüklerini fark etti. Bu gülüş hiç öyle arkadaş canlısı bir gülüş değilken tam da bu anda kafasında onu tanıdığına dair bir sinyal yandı. Yine de bu adamı daha önce hiç görmediğinden emindi.

Adam El Pillar’ın yanında dikilmiş bekliyordu. Ne zaman ki Bayan Miller yürümeye başladı o da dönüp takibe başladı. Adam dibine kadar gelmişti. O kadar ki, Bayan Miller önünden geçtikleri dükkânın camekânından gözbebeklerinin yansısında adamın sarsak hareketlerini izleyebiliyordu. Sonra blokun ortasına vardığında birden durdu ve adamla burun buruna geldi. Adam da mecburen durakladı ve kafasını kaldırarak sırtardı. Bayan Miller ne yapacağını şaşırdı. Ne diyebilirdi ki? Burada? Güpegündüz hem de 86. Cadde’de? Çabası nafileydi, acizliğinden tiksindi. Adımlarını çabuklaştırmakla yetindi.

Ardından vardığı İkinci Bulvar tenha bir yerdi. Derme çatma yapılı, yer yer arnavutkaldırımlı, yer yer asfalt, yer yer ise beton kaplıydı. Bu sokağın hissettirdiği tek şey kalıcı bir terk edilmişlikti. Bayan Miller, kimseyle yüz yüze gelmeksizin beş blok kadar öteye vardığı sırada adamın karda istikrarla, hiç sekmeden attığı adımlar da yakınlaşmıştı ve çiçekçi dükkânına vardığında ses hâlâ kulağındaydı. Dükkânın içine kendini dar attı ve arkasında kalan cam kapıdan boylu boyunca adamın geçişini seyretti. Adam gözlerini sabitlemiş, ama adımlarını yavaşlatmamıştı; tuhaf bir şey yaptı, şapkasını gözlerine devirdi.

“Altı adet beyaz olacak değil mi” diye sordu çiçekçi. “Evet, beyaz gül” diye cevapladı çiçekçiyi. Oradan cam eşyaları satan bir dükkâna girdi ve bir vazo seçti, üç aşağı beş yukarı Miriam’ın kırdığının yerini alabilecek bir vazo. Ancak garip bir şekilde hem vazonun fiyatı makul değil hem de malzemesi bayağı diye düşündü. Yine de sanki önceden ayarlanmış, hesap edilmemiş bir dizi satın alma işi başlamıştı ve planın kendine dair en küçük bir malumatı ya da hükmü yoktu.
Knickerbacker denen fırından bir paket jöleli vişne aldı ve altı adet bademli kekle beraber kırk sent ödedi.

Son bir saat içinde hava tekrar soğumuştu, tıpkı donuk bir lens gibiydi; kış bulutları güneşe gölge düşürüyor, erkenden batmaya yüz tutan güneş, gökyüzünün rengini değiştiriyor, nem ve sisin karıştığı rüzgârın ve az ötede karın kapladığı yolda açtıkları oluktan kayan birkaç çocuğun sesi etrafa yayılıyordu. Yalnız ve neşesiz gibiydiler.

Az sonra ilk kar tanesi düşmüş ve Bayan Miller kiremit taşlı evine vardığında üzerindeki ayak izlerini örtecek raddeye gelmişti.

Beyaz güller vazodaki yerini almıştı. Jöleli vişneler seramik tabağın içinde parlıyor, üstlerine pudra şekeri serpiştirilmiş bademli kekler uzanıp alacak elleri bekliyordu. Kanarya kendince şarkısını söylüyor, kafesin aralığından yemini atıştırıyordu.

Tam saat beşte kapı zili çaldı. Bayan Miller kim olduğunu çok iyi biliyordu. Kapıyı açmaya giderken sabahlığının eteğine takıldı. “Yine mi sen” dedi kapı aralığından.

“Doğal olarak” diye cevapladı Miriam. Cırtlak sesi tüm holde yankılanıyordu. “Aç şu kapıyı!”
“Defol git” dedi Bayan Miller.
“Lütfen aç şu kapıyı, elimde çok ağır bir paket var.”
“Git başımdan” dedi Bayan Miller ve oturma odasına geri döndü. Bir sigara yaktı, oturdu, sakince durmaksızın çalan zilin sesini dinledi.
“Gitsen iyi olacak, çünkü seni içeri almaya hiç niyetim yok.”

Bir an için zil sesi kesildi. Tahmini belki bir on dakika Bayan Miller yerinden kıpırdamadı. Hiçbir ses duymayınca kız gitti diye düşündü. Parmak uçlarına basarak kapıya doğru gitti ve kapıyı hafifçe araladı. Miriam mukavva kartondan yapılmış bir kutuya yaslanmış şekilde duruyordu. Kucağındaki süslü oyuncak bebeği beşikte sallar gibi sallıyordu.

“Buna inanamıyorum! Bir daha gelmeyeceksin sanmıştım” dedi hırçın bir şekilde.
“Hadi hadi şunu içeri taşımama yardım et, feci ağır.”

Bu durum karşısında Bayan Miller’ın hissettiği baskı yaratan bir büyülenmişlik halinden ziyade meraklı bir edilgenlikti. Oyuncağıyla birlikte Miriam’ı içeri aldı. Miriam sofaya kıvrıldı, hiç öyle paltosunu, beresini çıkarmak gibi bir derdi yoktu. Sadece Bayan Miller’ın oyuncak kutusunu yere koyuşunu, doğruluşunu, nefesini toplayışını ilgisizce seyretmekle yetindi.

“Teşekkür ederim” dedi. Gün ışığında bu kız, yorgun ve adeta bir deri bir kemik kalmış gibi görünüyordu, saçları ziyadesiyle parlaklığını yitirmişti. Oyuncak bebeğin kafasında tozpembe, zarif lüleleri olan bir peruk vardı. Aptal bakışlı, cam gibi gözleriyle Miriam’ın gözlerine bakıyor onlarda bir avuntu arıyordu. Miriam, “Sana bir sürprizim var” diye devam etti. “Kutumun içine bak!”

Dizlerinin üzerine çöken Bayan Miller, kutunun kapaklarını açtı, başka bir oyuncak bebeği ve Bayan Miller’ın onunla tanıştığı gece Miriam’ın giydiğini çağrıştıran mavi bir elbiseyi kutundan çıkardı. Ve diğer elbiseler. “Bunlar da neyin nesi?”
“Çünkü seninle yaşamaya geldim” dedi Miriam, elindeki vişnenin saplarını burarak. Düşünsene bir, bana böyle vişneler alman hoş olmaz mıydı?..”
“Hayır, bunu yapamazsın. Allahaşkına defol git, defol git başımdan, beni yalnız bırak!”
“…Ah bu güller, bademli kekler. Ne kadar da yüce gönüllü, cömertçe. Sana bir şey diyeyim mi, bu vişneler gerçekten çok lezzetli. Son yaşadığım ev ki yaşlı bir adamla kalıyordum, adam fakirlikten ölüyordu ve böyle şeyleri yemek mi, rüyanda anca görürdün. Ama şimdi burada mutlu olacağımı düşünüyorum.” Bunları derken oyuncağına sarılmayı bıraktı. “Eh bütün bu eşyaları nereye koyacağımı gösterirsen bir zahmet…”

Bayan Miller’ın yüzü, çirkin kırmızı çizgili bir maskenin içinde kaybolmuş gibiydi. Ağlamaya başladı. Gözyaşı olmayan yapmacık bir ağlayıştı bu. Sanki uzun zamandır ağlamamış da nasıl ağlandığını unutmuş gibi. Yavaşça geriye yaslandı ta kapıya dayanıncaya dek.

El yordamıyla holü boydan boya geçti ve merdivenlerden alt kata indi. Telaşlı telaşlı karşısına ilk çıkan apartmanın kapısını yumruklamaya başladı. Kısa, kırmızı saçlı bir adam kapıyı açtı. Adamı iterek geçti. Adam, “Neler oluyor burada söyler misin” dedi. Arkadaki mutfak kapısında beliren genç kadın “Ters giden bir şeyler mi var canım” derken ellerini kuruluyordu. Bayan Miller bu kadına döndü, “Dinleyin” diye ağlamaya başladı. “Bakın bu şekilde gelip kapınıza dayandığım için utanıyorum, ben H.T. Miller, üst katta yaşıyorum ve…” Ellerini yüzüne kapadı. “Söyleyeceklerim gerçekten abes!”

Genç kadın Bayan Miller’ın sandalyeye oturmasına yardım etti, bir taraftan adam heyecanla cebindeki bozuklukları şıkırdatmaya başladı. “Anlat bakalım!”
“Bakın ben üst katta yaşıyorum, beni ziyarete gelen küçük bir kız var ve ondan korkuyorum artık. Evden ayrılmaya hiç niyeti yok, gönderemedim onu. Her an korkunç bir şeyler yapabilir. Zaten cameo broşumu çaldı. Ama böyle giderse daha kötü, besbeter şeyler yapacak.
Adam, “Bu kız senin akraban falan mı, ha” diye sordu. Bayan Miller “hayır” anlamında başını salladı. “Kim olduğunu bilmiyorum. Adı Miriam, bunun dışında kim olduğuna dair başka bir malumatım yok.”
“Hadi sakinleş canım” dedi kadın Bayan Miller’ın kolunu sıvazlayarak. “Harry şimdi gidip çocuğa bir bakacak. Hadi canım.” Bayan Miller atıldı: Kapı açık, No. 5A.”
Adam gittikten sonra, kadın bir havlu getirerek Bayan Miller’ın yüzünü sildi. “Ne kadar da kibarsın” dedi Bayan Miller. “Bu denli aptalca davrandığım için çok özür diliyorum, hepsi bu cadoloz, şeytani kız yüzünden.”
“Elbette hayatım elbette” diye avuttu kadın onu. “Şimdi daha iyisin, atlattın!”

Bayan Miller, kafasını omzuna düşürerek dinlenmeye geçti; neredeyse uykuya geçecek denli sakinleşmişti. Kadın radyonun ibresini oynattı, piyano eşliğindeki buğulu bir ses odadaki sessizliğin yerini alırken kadın ayağıyla tempo tuttu. Harika bir zamanlamaydı. “Belki biz de bir çıkıp yukarı bakmalıyız” dedi kadın.

“Ne onu bir daha görmek istiyorum ne de ona yakın herhangi bir yerde olmak.”
“A aaa! Ama bu durumda ne yapacaksın ki, polisi aramalısın öyleyse.”
Tam bu sözleri söylerken merdivenlerden kocasının sesini duydu. Adam odaya girdi ve somurtkan bir şekilde ensesini kaşıyarak “Yukarıda kimse yok” dedi. Konuşmasından açıkça sıkılmış olduğu belliydi. “Topuklamış olmalı!”

Harry, “Seni gidi ahmak” diye söylendi kadın. “Uzun zamandır burada oturuyoruz, gitse görürdük” dedi ve o anda duraksadı, adamın bakışları fenaydı.
“Her yere baktım, kimsecikler yok. Hiç kimse! Anladın mı?”
“Söylesene” diye araya girdi Bayan Miller. “Söylesene genişçe bir kutu gördün mü ya da oyuncak bir bebek.”
“Hayır, hanımefendi, görmedim!”
Bu söz üzerine karısı kaş göz işareti yaparak usulca “Bu kadar şom ağızlı olmak zorunda mısın? İstersen burada keselim canım ha!” diyebildi.

***

Bayan Miller yavaşça evine girdi, odanın ortasına doğru yürüdü ve gayet dingin bir şekilde dikildi. Hayır, görünüşe göre etrafta bir değişiklik yoktu. Güller, kekler ve vişneler… hepsi olduğu gibi duruyordu. Ancak ya bu boş oda, eğer tanıdık eşyalar olmasa boş, eskisinden daha boş diyecekti; tıpkı cansız, donuk bir cenaze evi gibi.

Sofa yeni bir yabancılıkta karaltı gibi görünüyordu. Üzerindeki boşluğun Miriam’ın üzerinde kıvırdığı buklelerinden daha delici ve korkunç bir anlamı vardı. Gözünü boşluğa, hatırladığı kadarıyla kutunun yerleştiği yere dikti. Bir anlığına puf acınacak şekilde içine çekilmişti. Doğruca bakışlarını pencereye yönlendirdi, nehir o nehirdi, kar gerçekten yağıyordu, ama bütün bu olanlara tanıklık edecek kimse yoktu. Miriam capcanlı bir biçimde oradaydı, ama ya şimdi, nerede bu kız? Nerede, nerede?

Bir rüyadan geçiyormuş gibi sandalyeye gömüldü. Oda şeklini kaybediyordu, gittikçe koyulaşıyordu ve bunun için yapılacak bir şey yoktu. Elini kaldırıp lambayı yakacak takati kalmamıştı.

Ansızın gözlerini kapayınca yükselen dalgaları hissetti, bir dalgıç depderin, yemyeşil bir ummandan görünür gibiydi. Şiddet ve ıstırap zamanlarında bazı anlar vardır ki zihin bir vahiy bekler, ta ilmek atılmış bir sessizliğin düşüncelere çöreklendiği bir an; bir uyku gibi, olağanüstü bir trans hali gibi… Ve bu sükûnet boyunca süren sessiz muhakeme gücünün ayırdındaydı; pekâlâ ya Miriam diye bir kızla hiç tanışmadıysa, ya şu caddede yaşadığı korku aptalca bir korkuysa.

Nihayetinde, diğerleri gibi bütün bunların hiçbirinin bir önemi yoktu. Olan sadece Miriam’a olan yenilgisi, kendisiydi, ama şu an tekrar bu odada yaşayan kişiye kavuşmuştu, kendi yemeğini pişiren, kanaryasını besleyen kişiye; güvenebileceği ve inanabileceği kişiye: Bayan H.T. Miller’a. Huşu içinde dinlediği sesi izleyen bir ses (double sound) olduğunun farkına vardı, yazı masasının çekmecesi açılıp kapanıyordu. Uzun zamandan sonra bir tamamlanışı duyar gibiydi. Açılış ve kapanış. Sonra gitgide bu haşinlik, ipek bir elbisenin nefis baş döndürücü hışırtısına yerini bırakıyor, daha da yakınlaşıyor, yoğunlukla şişiyordu, duvarlar bir titreşimle zıngırdayıncaya ve oda dalga fısıltılarının altında kalıncaya dek…

Bayan Miller kaskatı kesilmiş bir biçimde, gözlerini donuk bakışların yöneldiği bir matlığa açtı.
“Merhaba” dedi Miriam.

Çeviren: Meryem Demir

Truman Capote
diğer yazıları