yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

BALKONUMDA KIŞLARKEN (2): ŞİİR, BAŞKALARI, KENDİLİĞİN KALABALIK GECELERİ, KAYIT DIŞI YAŞAMAK VE KÖKSÜZLÜK ÜZERİNE DENEME

HÜSEYİN KÖSE

Düşünüyorum da, çoğu zaman o süreğen ergenlik kanamalarının muazzam tazyiki ve kıstırılmışlığı altında, biçili kaderimden uzaklara taşıp, ufuksuz diyarlara yelken açma fikrinin ağır bastığı zamanlarda, benim de gitmeden gittiğim, olduğum yerde mıhlanıp kaldığım halde hayali yolculuklara çıktığım olurdu. Böyle zamanlarda, karmakarışık arzuların ve korkulu hislerin ortasında kıskıvrak kalakaldığım anların garip büyüsüyle, gerçekte hiçbir yere gitmez, eskilerin deyişiyle, “ayn-ül-yakîn” kaçış oyunları oynardım sokaklarda, komşu evlerin gölgeli avlularında sıklıkla. Bunlar, Rimbaud’nun “Robensonculuk” adını verdiği hayali yolculuklardı. Şimdi düşününce o muhayyel diyarlar, ölçüye sığmaz uzaklıktaki mesafeler, ebedi bir melale aşılı “o belde’ler” bir kez daha sökün edip canlanıverdiler zihnimde tek tek. O beldelerin birçoğunu sonradan gerçekten gidip gördüm, hatta herkesin merak ettiği Paris opera salonlarının yanı başına belki bir iki Farisi ezgi de eklemişimdir. Füruğ ve diğer muharrirlerin kederi şiirsel bir elmasla yontarak daha da konuşkan kılan dillerinin ve engin hayal güçlerinin Rimbaud’nun sözünü ettiği o “ebedi” ve “ezeli” bilgelik diyarı doğuyu bin bir muştuyla teyit eden bir yanı olduğunu düşünüyorum. Bu minvalde Sadık Hidayet ne kadar Doğuysa, Orhan Pamuk da o kadar Batıdır diye düşünüyorum duyarlıkları bağlamında kurdukları ruhsal labirentler, açmazlar ölçeğinde. Aynı şekilde, Dostoyevski vicdan ve sevgi üstüne attığı yaman tiratlar ve bahtsız bir kaderle malul karakterlerine reva gördüğü azaplar bakımından ne kadar Batıysa, Faulkner da o kadar Doğudur beyaz Amerikalı erkeğin hoyrat ve mücrim zihnini nezih toprak adamının masum ve pastoral diliyle takas ettiği için…

Dahası edebiyatın, şiirin çokkültürlü ve ışıltılı caddesinde Kum Kitabı da Midak Sokağı da aynı sancılı yaşamın yasına kilitlidir. Duygudaşlık ki, ideolojiler üstü bir yakınlığı telafi edici bir olasılıktır; en iyi çokkültürlülük düzleminde hâsıl olur hikmeti vücudu. Okuyarak edindiğimiz çokkültürlü bir duyuşun yazarak dışa vurduğumuz bir eldesi var diye düşünüyorum. Bu anlamda belki bende de az buçuk gözlemledikleri “çok sözcükle düşünmelerin” “yorucu” hissiyat ve söyleyiş damarının yaşayıp deneyimlediğim şeylerden ziyade okuduklarımla bir ilgisi var sanıyorum. Genel olarak okurun kendini metinler dolayımıyla kurduğu hibrit bir evrenin, kültürel alaşımların da zeminini dokuduğuna inanıyorum öte yandan. Bu anlamda, kendini farklı kültürler içinde bulup tanıma fikrinin, öncelikle kendi kültürün içinde bir savrulmayı göze almayı gerekli kıldığı çok açık. Söz konusu savrulma, bir tür kimlik yitimi anlamına gelmiyor kuşkusuz, daha ziyade kendi kimliksel konumunu geçici süreliğine terk etmeyi göze almak gibi bir durumu imliyor ki, bu son derece önemli bir tecrübe gerçekten de. Zira bu terk ediş olmadan diğerinin, öteki’nin mental ve anlamsal evrenine, kimliksel hakikatine açılmak da mümkün değil. Empati denilen şey, yani kısaca. Tabii şimdi burada “salt edebi metinlerle iştigal etmek çokkültürlü bir duyarlığı getirir mi beraberinde?” gibi bir soru geliyor akla. Edebi metnin sağladığı “vekâleten” deneyimle o metnin işaret ettiği gerçek muhtevayı fiilen deneyimlemek arasındaki indirgenemez fark her koşulda önemini korusa da, en azından bu yolla az-çok öteki ile aradaki “dördüncü duvar”ın yıkıldığını iddia etmek de olası. Bu da az şey değil hani, köklü önyargı ve yanlış anlamaların âlimi mutlak şiddetinin geriletilmesi bakımından. İkinci olarak, kendini farklı kültürler içinde bulup tanıma fikrinin, bir de “kendini farklı kültürler içinde ifade edebilme” boyutu var ki, Nazım gibi, Neruda veya Rilke gibi büyük şuaraya özgü bir dil ve ifade yetisi gerektiriyor bu. Sen de teslim edersin ki, çokkültürlü bir bakışı da aşan bu sonuncu imgelem kuvvetinin beynelmilel anlaşılırlık adına tercüme sorunu falan da yok; zira gerek meramı gerekse somutlaştırdığı kelamı bakımından görünür biçimde evrensel ve kendini uğradığı her dil ve kültür dairesinde otantikliğin seyyar kuvveti olarak konumlamakta. Bizler, yani her olur olmaza şiir düzen gafiller bu evsaf çıtasının çok altındayız…

Çokkültürlülük demişken, “antr” parantez şunu da belirteyim ki, benim çocukluğumun geçtiği çevre, Antep’in kenar bir semtinde kozmopolitliğiyle ünlü bir mahalleydi. Farklı mezhep ve meşreplerden insanların, çeşitli dinlerden farklı dillerin konuşulduğu, garip adetlerin iç içe yaşatıldığı bir muhitti. Antep’in boz benekli taşrasında çok renkli bir çocukluktu yaşadığım. Şimdi hatırlıyorum da, Çingeneler, Kıptiler, Kürtler, Yörükler, Romanlar, Göçerler ve Arapların çok sesli avlularıyla çevrili alkım bir yeryüzü atlasıydı… İlk sokak kavgamı, ilk yürek vurgunumu, ilk çocuksu küslüklerin oyunsu azabını burada tattım. On beşimde evden kaçtığımda henüz Benjamin’in ünlü salığından habersizdim belki ama, pek muhtemeldir ki böylesi bir cümbüşün dostane güvenliğine sığınmış olmalıydım. Her akşam komşu ziyaretlerinin müstesna bir hürmet ve saygıyla teveccüh gördüğü, farklı dillerin, gönüllerin, ufukların birbirine rapt olunduğu, farklı duyarlık, düşünce ve avazların hoş kokulu harmanıyla esnetilmiş bir muhitti. Kirli sarı çimento kâğıtlarından uçurtma, ince inşaat tellerinden araba çatılan devirlerdi, kıstırılmışlığın yaratıcı bilincine, hayal gücünün çiğ ışığına doyulası yıllar… Düğün ve taziye dönemlerinde birbirine omuz verilir, dar vakitlerde birbirine tereddütsüz arka çıkılır, akşamları evlerde pişen yemek kokuları madeni kaşık ve tabaklarla adeta bir festival havasında elden ele, kapı kapı dolaştırılırdı. Havada trüksüz bir dostluk, barış ve kardeşlik kokusu vardı. Yazları sokak başlarında uyuyakalan sabiler komşu evlerinin müşfik ve serinleten odalarında en temiz yatak ve şiltelerde ağırlanırdı. Akşamüzeri yoldan geçen ve dili damağına yapışmış genç-yaşlı çerçilere yerine göre buzlu ayran, limonata yahut meyan kökü şerbeti filan ikram edilirdi. Ezcümle, ilk şiirin ilk sesinin ilk ezgisinin ana rahmine düştüğü bozrak iklim işte bu mümbit çocukluk ve ergenlik meşgaleleri içre yoğrulmuştu. Çok sonraları, hiç zorlanmadan bulunmuş o özgürlükler, hoşgörü ve sevecenliklerle bezeli büyülü iklime bir daha aynı yeğinlikte hiç rastlanamadı… Allahtan şiir ve kelimeler vardı, mecazlar vardı elimizde yitiklerin hesabını tutacak. Şimdi tüm bu şeylere belli bir mesafeden baktığımda kendi küçük çokkültürlü hinterlandımı görüyorum uzaktan. Ve iyi ki diyorum, iyi ki bunca geniş açılı düşünce iklimleri, geniş omuzlu topraklar konuk etmiş çocukluğumu… Üstelik gölgesiyle bile tüm hayatı ağırlaştıran babanın daralttığı sevince rağmen. O “Baba ki, birçoğumuzun yazdıklarında kurşun gibi bir ağırlığı olan, çok yüklü bir mecaz, ortalıkta olmadığı zamanlarda bile yol açtığı ürpertici ve yankılı boşlukla birlikte âlimi mutlaklığıyla ikaz edici bir emir kipi adeta. Ben onu mütemadiyen akıtan musluklardan damlayan bir su damlası gibi rastgele ve gayrı ihtiyari bir yaşamsal ritmiğin içinden yoklamıştım. O, tüm evi ve içindekileri her akşam müthiş kahırlı bir yorgunlukla perçeminden tutup uzağına fırlatmıştı. Şiir de işte böyle zamanlarda üflemişti efsunlu soluğunu içime.

Şiir, hakikaten de hiçbir şey olmasa, en çok da kendi hayatıma dingin bir bakış atma vesilesi oldu hep, belirsiz bir açlığın doyurulması kabilinden bir nefaset. Öncesi bir muamma ve aranışlı bekleyişlerden yapılmışsa, gelişiyle birlikte vuku bulan bakiyesi eşsiz bir huzur vesikasıydı. Ne ki, mühleti bir sonraki mutlu rahatlama evresine kadar olabilen bir bakiye hep; sonrası yeniden nedensizce dağılıp savrulmalar, iç çekişler, nemli-rutubetli karanlık bekleyişler, kanamalı geçitler, dip akıntılar, vesaire. Buna karşılık, şiir yine de ilk sesi her şeyin. İlk aydınlık ve yerleşik sevincimiz, mukimi olduğumuz tek evimiz, öte yanı hep ziyan. Bu konuda mutabıkız, şiiri menfi duygulanımların gayya kuyusu gibi gören birçok kişiyle. Ancak bununla bitmiyor ki iş, birçok veçhesi var meselenin: Ait olunca mutlu, olmayınca huzursuz mu oluruz? Huzur denilen şey, güven veren bir teslimiyete duyulan hayranlık mı? Dahası, bir kez ait olunca, soluklandıran gel gitlerin yaratıcı sürekliliğine ne olur? Ait olmakla özgür olmak arasındaki ilişki var sonra? Ait olmakla yerleşmek, yetinmek arası o tehlikeli salınım. Ait olmayı salt sığınmak olarak gören o yanlış muvazene, varoluşsal zemin… Ayrıca kimsesizliğin, zamanın birinde rastgele bir kimse olmanın o cesur ve gözü kara yekinişleriyle de ilgisi var mıdır aitsiz varoluş kimliğinin? Bu ve benzeri sorulara kafa yorduğumda, nezih bir köksüzlüğün özgürleştiren ikliminde buluyorum kendimi hemen, kimsenin kimsede fazlaca konaklamadığı uçsuz bucaksız bir çölde. Her tür sınır duygusunun verdiği varlık azalmasının uzağında. Çoğumuz için bir yere, bir şeye, bir düşünceye, bir kimseye ait olmak, kimlik-ne’lik, hayat-memat meselesidir adeta. Fakat bana kalırsa tüm bu ait oluş biçimlerinden daha farklı bir işlevi var şiirin; ait olmak, mutlak anlamıyla bir yere teslimiyet veya yerini yurdunu bilmek kabilinden bir durum değil, bir tür “seyyar memleketin” mukimi olmak, Sennett’ten ilhamla söylersek. Şiir, her şeyden önce, bir tür muhkem mevzi, konumlanma sağlıyor diye düşünüyorum yeryüzü sürgünlüğünün gerçeğine, oraya çivilenmek için değil, odaklanmak anlamında. Ayrıca bir tür tahammül kuvveti dünyaya, insanlara, en çok da kendine karşı. Varoluşumuzu anlamlı kılan da bu tür bir idrak, bir ömür kendi hırçın ve uyumsuz varlığımıza adanmışlık, ya da bir tür bağışlanma hali belki. Kimi şiir kitaplarında farkında olmadan kümeleniveren ithaflı şiirler de böylesi bir konum arayışının ruha müşterek aracıları. Şayet bu ses ve doku uyumu, aynı ruhsal iklimde bu aşina soluklanışlar da olmasa, adeta Rüzgâr Bizi Götürecek… Bu, bir ait oluş mudur, ancak ait oluşla tamamlanan bir varoluş mudur, şayet varoluşa denk bir ait oluşsa, neye, kime, nereye ya da hangi zamana ve zemine, açıkçası pek bilmiyorum. Bence hepimiz hayatımızın bir oldubittiye, tantanaya getirilmesinden endişe edip zamanın gümbürtüsüne gitmekten korkuyoruz. Şiir-edebiyat da, olsa olsa bu korkuyu azaltmaya yarıyor sadece. O yüzden yazıp çiziyor, her köşede poz kesip duruyoruz boyuna. Üstelik kendini sürekli üretip duran sızı bir türlü dinmiyor ne yapsak. Çünkü her dakika beyaz revaklı hayallerine firar edip durduğumuz hayat, Pazartesi Sendromu kitabının yazarının da işaret ettiği üzere, aslında tüm diğer günlerdeki gibi, “inanılmayan bir hayatın inanılmayan bir haftasının daha” ilk pazartesi yorgunluğundan ibaret. Yılgınlık, sendromuyla birlikte demleniyor dibinde her şeyin, günün her saati. Ara sıra göze çarpan züğürt tesellisi zindelikler, sabun köpüğü saçmalıklar, bir top serin dondurma gibi damakta eriyen mutluluklarsa süreksizlikten olma sevinçler gibi kramplı! Şayet fazla beylik ve şairane olarak görülmezse, ben ve benim kuşağımın zaman zaman kendimizi içinde duyumsadığımız yurtluk, sakil-fani avuntulardan bitme, hoş kelimeli mırıltılardan bozma, demine yetişilememiş arzuların aksi-huysuz hayıflanmalarından doğma, hacmi dehşete düşüren bir boşluk… Şiirin mutlu saatinin arada bir dimağımıza bağışladığı tazyikli rayihalar da o yüzden var bana sorarsanız. Mucizevi geçmişe gelince; çocukluğun yarım cenneti kurtarıcı bir lütuftu, evet. Peki ya öbür yarısı? Hasım-hısım-akraba yumrusu sırtta hep. Tekrarlarla dolu bir varoluşun huzuru beyhude yere sabit görüntülerde, ezbere terennümlerde arayan aritmiye dolanmış serencamı. Ertesi günlerin bitmeyen kışına doğru akıp gitmek hep, hiçbir taşın sekerken göze görünmediği bulanık bir su gibi. Ait olmak, bir muammanın sürgününe talip olmak bildiğin.

Son olarak, tekil-çoğul duruşumuzdan söz edelim istiyorum biraz da, o muhteşem ve mübarek enkazımızdan. Bunu bir bahaneyle yapmak istiyorum, mesela şiirde “kuşak” adlandırması üzerinden. Birçok tanımlama, tasnif yapıldı bugüne kadar, şiirde kuşaklar arası farkı ve verimi vurgulamak için. Sözgelimi ben kâh 90, kâh 2000 kuşağı şairleri arasında anıldım, benden hepi topu birkaç yaş daha küçük olan kimileri de, zannediyorum, hiçbir kuşkuya mahal bırakmayacak ölçüde, 2000’li yıllar şairi olarak tescil edildiler. Gerek 90’lar gerekse 2000’ler olsun, ne tür bir kuşaktır sözü edilen? Düşünceleri, zevkleri, hasletleri, tepkileri nedir? Toplumla, toprakla, politikayla, ideolojiyle, konu-komşuyla ilgileri nasıl farklılaşmakta öncekilerden? Neyi nasıl hisseder, nasıl düşünür, nasıl söylerler? Az çok üzerine düşünüp gözlemleyebildiğim kadarıyla, bir konumlandırma denemesine çalışayım şimdi dilerseniz. Öncelikle ben kuşak tartışmasına bir tür “tarih oyunu” olarak bakıyorum. Ait olmak değil de, ortak bir duyarlığa tarihlenmek anlamında. Bu yönüyle kuşak dışı olmak, tarih dışı, “kayıt dışı” biri olmakla eşdeğerde neredeyse. İlkinden başlayalım: 90’lı yıllar, özellikle ikinci yarısı itibariyle, 80’lerin koyu haki renginin gölgesinde görece rehavetten arınma, bir rahatlama ve özgürleşme yıllarıydı. Araf’ta, arada bir kuşaktı diye düşünüyorum; hatta denebilir ki, arada oluşun nimetleri hiçbir dönemde olmadığı kadar nizami biçimde bu kuşağa nasip oldu. Bununla birlikte, ne mezar kazıcı, ne de mesihçi bir yanı vardı bu kuşağın. Kimseyle hesaplaşmadı, hiç kimseyi mutlak surette tarihe gömmedi. Daha da ötesi, bütünlükten yoksun ve dağınıklığıyla maruf bir kuşaktı 90 kuşağı. Bu özelliği de belki en çok özgür olmasına yaradı. Siyasalın ve toplumsalın kıyısında, bireysel varlığının hakikatini içeriden yokladı, orada trajik bir ben duyumsadı az-çok, hissettiği şeyle de iyi kötü bir şeylere kaygılandı. Osman Çakmakçı’nın “kazıcı” ve “toplayıcı” şeklinde kavramsallaştırdığı iki başat şiir eğiliminden hiçbirine tam olarak yakın durmayan, medyatik popüler kültürün mahsulü bir kuşaktı da aynı zamanda bu. Zira 80’lerin sonlarına doğru, memleket iyiden iyiye her değeri anında buharlaştırıp laçkalaştıran Özalizm’in rehberliğinde yoğun bir görsel kültür yörüngesine çoktan girmiş bulunuyordu. 90’lar, söz konusu medyatik magazin manzaralarıyla birlikte geleneksel hayatın geri çekilişini modern bir zihinle duyumsayışının özgünlüğü bağlamında bu istisnayı bozan tekil varlığıyla Didem Madak gibi harikalar da gördü. O, deyim yerindeyse, modern bireylermiş gibi gözüküp, aslında geleneksel değerlerin içinde soluklandığımız gerçeğine yaptığı samimi ve can alıcı vurguyla, hiçbir gerçeğin farkında olmayan biz nedensizce hüzünlenenler kuşağına yası tutulacak bir hayat, dahası ölümün bedenini ödünç bıraktı. O nedenle de bana kalırsa, 2000’li yıllar, hatta 2010’dan sonrası ve bugünün şiirinde de bu ve benzeri birkaç sıra dışı eğilimden -Nilgün Marmara, Arkadaş Z. Özger, Kaan İnce, vs.) tevarüs ettiği biçimiyle, bir yas alıştırması havası hüküm sürmekte hala. Bu eğretilemeye ek olarak, 2000 sonrası şiir ikliminin bereketli topraklarına binaen şunu da hemen ekleyelim ki; yeislerin ve akşamdan kalma hüzünlerin dingin öğleden sonrasında bir parça politik tepki de hiç yok değildi. 2000’li yıllar şairi politik güdülenmesi ölçeğinde etrafında olup bitenlere karşı büsbütün ilgisiz değildi yani; yeri geldiğinde başını kara bulutlar sarmış “yalnız ve güzel” ülkesi için kederlere gark oldu; yeri geldi, Engin Geçtan’ın veciz ifadesiyle, “hayat ucuza çıkarılmak istendiğinde yaşanan hikayesizliğe” olanca gücüyle isyan etti; yeri de geldi, bir türlü koşulsuz mutluluğun tadına varamamanın yol açtığı tatminsizlikle bitkin ve “bıçkın” düştü. Hülasa, çoğul bir değerler evreninde ve önceki başka kimlikler ve hassasiyetlerle bir arada boy verdi 2000’li yıllar ve sonrası şairi. Kökleri 90’ların sonlarına dayanan popüler-medyatik şiir ve bestseller edebiyat furyasıyla birlikte de virtüel nicelin aleni sığlığına karşılık maksimal nitelin jiletsi inceliği peşinde koşan 80’ler bakiyesi bazı isimlerden (Altay Öktem, Ahmet Güntan, Akif Kurtuluş, Mahmut Temizyürek, Yücel Kayıran, vb.); edebi curnatanın orta yerine münzevi-bıçkın tavırlarıyla dikilen Ahmet Telli, Mustafa Köz, Orhan Alkaya, Rahmi Emeç, Ahmet Günbaş, vb. kimi şairlere; ilaveten, kitleselleşerek medyatize olmayı başarabilmiş has ve nitelikli şiirin kendine ana-akım okuyucu kitlesi nezdinde karşılık bulduğu kimi usta isimlere (Murathan Mungan, Şükrü Erbaş, Haydar Ergülen, vb.); ve son olarak da, her yerde görünür olma gerçekliğinin minör ahlakına ara ara bir dizi “mağlup opus”la meydan okumaya çalışan (Birhan Keskin, Nilay Özer, Gonca Özmen, Asuman Susam, Şeref Bilsel, Veysi Erdoğan, Yavuz Türk, Cihat Duman, Didem Gülçin Erdem, Tozan Alkan, vb.) kimi görece genç isimler de yine aynı çoğul ortamın ürünleriydi. Zannediyorum bendeniz de, 2000 sonrasında hala yazmayı sürdüren Hakkı Zariç, Gökhan Arslan ve daha başka bazı isimlerle birlikte bu uzun zincirin son halkalarını oluşturan birkaç faniden biriyim.

Kaynaklar:
Mahmut Fikirsindi, Pazartesi Sendromu, Manos Yayınları, İstanbul, 2019.
Richard Sennett, Yabancı, çev. Tuncay Birkan, Metis Yayınları, İstanbul, 2017.

diğer yazıları