yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

GDO’nun Ekonomi Politiği -1

İnsanın var olduğundan bu yana her zaman çevresinde olup bitenleri anlamak için ve emeğin devreye girmesiyle birlikte de karşılaştığı sorunları çözümlemek için bir arayışta olduğunu söyleyebiliriz. Stanley Kubrick’in 2001: Bir Uzay Macerası filminin başındaki sahnedeki gibi, çevresine dair değiştirme aracı -bilimsel araç- ölü bir canlının kalıntı kemiği iken, bugün bir uzay aracı olabilmektedir. Tarım devriminden bu yana da cansız varlıklar kadar çevresindeki canlı varlıkları da ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde değiştirmesinin yollarını aramıştır. Hayvan ve bitkilerde evcilleştirme ve ıslah ile başlayan bu arayış günümüzde teknoloji ve bilimin gelişimi ile genetik yapının değiştirildiği çalışmalara kadar uzanmıştır.

Çeşitli araçların kullanılarak Dünya’ya, topluma ve insana dair gözlemlerin, deneylerin ve sonucundan elde edilen bilgilerin toplamına bilim diyeceksek eğer bilimsel bilginin elde edilmesindeki aracı kullanan ve rasyonelleştiren özne olan insanın da içerisinde bulunduğu toplumun olanak ve sınırlılıkları da belirleyici olacaktır. Sınırlılığı, toplumsallığı ve tarihselliği dâhilinde bilimsel olanın tartışılması gerekmektedir. Bugün sermayenin bilim ve doğa üzerindeki tahakkümü de bu tartışmalarda esas noktayı oluşturmaktadır. Biyoteknoloji ve esas olarak da GDO tartışmalarında bu tahakkümün kendisi siyasal ve toplumsal çeşitli çelişkileriyle kendini göstermektedir. Bu yazı dizisinin amacı da GDO tartışmalarına doğa bilimleri tarafından olduğu kadarı ekonomik-politik ve sosyal açıdan bakmaktır.

 

Tarımdaki Değişimler

Tarım devriminin bugünün 12.000 yıl öncesinde ilk olarak ortaya çıktığını biliyoruz. O günden bu güne çeşitli bitkilerin ıslahında da insanın “toplumsal” ihtiyaçları bağlamında üretime ve üretilene müdahalesi her zaman olmuştur. Dün de bugün olduğu gibi verimli olan tohumun tekrar ekilerek üretiminin sağlanması bir yapay seçilim örneğidir. Ya da hayvanlar açısından da “en çok yün veren”, “en kaslı”, “en hızlı” olanlarının yapay olarak çiftleşmesinin sağlanmasıyla benzer yavruların elde edilmesi bu müdahalelerin örneklerindendir.

Konumuz bağlamında da “3. Gıda Rejimi” olarak adlandırılan, 80’ler sonrası dönemi tartışmak önem arz etmektedir. 3. Gıda rejimi küresel çapta neoliberal politikaların ve beraberinde gelen özelleştirmelerin yoğun olarak varlığını gösterdiği 80’ler dönemiyle birlikte şirketlerin hakim olmaya başladığı gıda rejimidir. IMF ve Dünya Bankası gibi kurumların yönlendirmesiyle tarımda desteklerin tasfiye edilmesi ve azaltılması başlamıştır, tarımda finansallaştırma ve arazi gaspları yoğunlaşmıştır. Bununla birlikte de tarım ürünlerinin ithalatının kolaylaşması açısından da gümrük vergileri indirilmiştir.

Bu dönemde gelişmiş ülkeler sermaye tarım ürünlerinde (buğday, soya, mısır) üzerinde yoğunlaşırken, Türkiye gibi “gelişmekte olan ülkeler” olarak sınıflandırdıkları ülkeler meyve ve sebze gibi emek yoğun ürünlerde yoğunlaşmaya başlamıştır.[1] Emek yoğun ürünlerin olduğu bölgelerde yaşanan önemli değişimlerden biri de tarımdaki makineleşmenin (mekanizasyon) artması ile gerçekleşmiş kırdan kente göç arttığı gibi, kıtlık problemine çözüm bulunduğu düşünülerek kimyasal gübre ve ilaçların kullanımında artış yaşanmıştır.

Daha öncesinde hayvansal üretim ve bitkisel üretim birbirinden kopmuşken ikisini de kapsayacak şekilde “endüstriyel tarım” ortaya çıkmıştır. Tüm bu süreçler sonrasında da toprak organik maddece daha yoksun bir hale gelmiş, kullanılan kimyasal maddeler ve ilaçlar topraktaki faydalı organizmaların da ölümüne sebep olmuştur. Faydalı organizmaların azaldığı süreçte de zararlı organizmalar daha da artmış, bu da aksine tarım ilaçları kullanımını daha da artıran bir hale getirmiştir.[2] Ayrıca konumuza da bağlanacağı haliyle de biyoçeşitlilik ve besinlerin besleyiciliği bu dönemle birlikte azalmıştır. GDO’lu bitki üretimi de bu dönem sonrasında “kıtlığa”, “açlığa” ve “bitkilerin besleyiciliğinin artırılmasına” dönük olarak sahneye çıkıyor.

 

Biyoteknolojinin Ve Tarımsal Biyoteknolojinin Gelişimi

Modern biyoteknoloji 1970’lerde ortaya çıkarken son zamanların en hızlı büyüyen bilimsel, teknik ve endüstriyel alanlardan birisi haline gelmiştir. Bunun sebebi de tam olarak “bilimsel teknik ve endüstriyel” alanlarında önemli bir yere oturmasından doğru olmaktadır. Rekombinant DNA tekniklerinin geliştirilmesine dayalı biyoteknoloji “ilaç geliştirme”, “klonlama ve transplantasyon”, “GDO ve çevresel iyileştirmeler” başta olmak üzere çeşitli alanların ilerlemesine katkıda bulunmuştur. Biyoteknolojinin tıp alanındaki yenilikleri görece dünya çapında kabul görmüş olsa da tarımda ve hayvancılıkta GDO’lar hakkındaki şüphe bu teknolojiye dair her geçen gün artmaktadır. Bu tartışmalara rağmen transgenik mahsuller oldukça hızlı yayılım göstermiştir.

En son verilere göre 67 ülke tarlalarda yetiştirilen transgenik mahsulleri resmen onaylamış durumdadır. Hindistan, Pakistan, Brezilya, Bolivya, Sudan, Meksika, Kolombiya Şili, Vietnam, Filipinler, Honduras ve Bangladeş dâhil olmak üzere yaklaşık 19 “gelişmekte olan ülke” şu anda GDO’lu mahsullerin yüzde 53’ünü üretmektedir.[3] Gelecek yazıda daha ayrıntılı tartışılacağı üzere bu ülkelerdeki üretimin büyük çoğunluğu emperyalist ülkelerdeki şirketlerin tahakkümüyle gerçekleşmektedir.

Biyoteknolojinin gelişiminde sermayenin önüne çıkan en zorlu durumlardan biri diğer birçok bilimsel alanla, disiplinle biyoteknolojinin karmaşık bilgi toplama ilişkisidir. Bu karmaşık ilişki diğer bilimsel alanlara da “yatırım” yapılmasını gerektirmekte, AR-GE çalışmalarının fonlarının her geçen gün daha da artmasını getirmektedir. Bu alanlar da genetik, kimya, moleküler ve hücre biyolojisi, mikrobiyoloji vb. alanlarken her geçen gün bu alanlarda şirketlerin yaptığı araştırmalarda kullanılan kamu fonunda artış görülmekte.[4]

Tarımsal biyoteknoloji ise genetiği değiştirilmiş (manipüle edilmiş) bitkiler, kimyasal pestisit kullanımının gereksiz olduğu zararlılara dirençli bitkiler, daha yüksek protein ve vitamin içeriğine sahip bitkilerden, yeni ilaçların geliştirilmesinde kullanılacak bitkilerin yetiştirilmesine çok sayıda konuyu içerisine almaktadır.

Otuz yılı aşkın süredir kuraklığa, soğuğa dirençli ve daha verimli olan manipüle edilmiş genetiğe sahip bitkiler üretilmektedir. Hatta bitkiler yaygın olarak moleküler eczacılık olarak adlandırılan çeşitli farmasötik proteinler üretecek şekilde de tasarlanmaktadır. Buna en iyi örneklerden biri, genellikle yapraklarında rekombinant proteinler üretmek üzere tasarlanmış tütün bitkileridir.

 

“Kötüye Kullanım” ve Zarar Tartışmaları

Biyoteknoloji ürünlerinin birçok yerde birçok amaç için kullanılabileceğini söyledik, bu bilgi her türlü bilimsel gelişmede ve araştırmada sorulan gibi “kötü amaçlar” için kullanıp kullanılamayacağı sorusunu da akıllara getirmektedir. Öncelikle bu sorunun sorulmasının en önemli sebeplerinden biri bilimsel araştırma ve çalışmaların halktan kopuk, “gizli kapılar ardında” yürütülen bir biçimde sürdürülüyor olmasından kaynaklanmaktadır. Bilimsel bilginin halk içerisinde tartışılır olmamasının sebebi büyük çoğunlukla “halkın ilgisizliği” gibi bir düzlemde tartışılırken esasında “ilgisizliğe itilen” konumda olmasından doğru halk-bilim arasındaki uçurum açılmaya çalışılmaktadır. Bu uçurumla birlikte bugün bilimsel bilgi ve araç üretiminin sermayenin ihtiyaçları üzerine şekilleniyor olması da halktan kopuk bilimsel çalışmaların araştırılmasının ve geliştirilmesinin hangi amaca yönelik olduğu bakımından da önem arz etmektedir. Böylesi durumlarda da bilgisizlik ve güvensizlik ortamında çeşitli kaygıların duyulması hatta daha da ileri bir noktada çeşitli komploların üretilmesi ve yayılması böylesi durumların sonucudur.

Genetik manipülasyon meselesinde de bu bilgilerin ve araçların kullanılarak çeşitli teçhizat ve teknolojinin geliştirilerek biyolojik silahların üretiminde kullanılması esas kaygı noktasıdır. Araçların ve teknolojinin gelişimine bakıldığında biyolojik çeşitli “silahların üretilmesi” ve “insanlarda, hayvanlarda ve bitkilerde hastalığa neden olabilecek belirli organizmalar veya türetilmiş toksinler” siyasi ve askeri amaçlar için kullanılabilir bir durumdadır. Bu sebep 1972’de Birleşmiş Milletler’de çok taraflı sözleşme olarak BWC (Biyolojik Silahlar Sözleşmesi) imzalanmıştır. Sözleşme “barışçıl amaçlar için hiçbir gerekçesi olmayan tür ve nitelikte biyolojik ajanlar ve silahlar geliştirmeme, üretmeme, depolamama ve elde etmeme” konusuna dair maddeler içermektedir.[5]

Elbette konu GDO olunca da olası zararlarına dair çeşitli tartışmalar uzun süredir gündemde. Genetiği değiştirilmiş gıda ürünün ilk kullanımı 1994 yılında ABD’de gerçekleştirilen olgunlaşması geciktirilmiş bir domates olan “Flavr Savr” domatesidir.[6] Daha öncesinde Çin’de de tütün üzerine benzer çalışmalar olduğu gibi ürünün ticarileşmesi 1996 yılını bulmuştur.

Genetik mühendislik müdahalelerinde de esas olarak eklendiği hücrenin kromozomlarında bulunan DNA ile mevcut olanla kendisini yeniden üretmektedir. Onu çevreleyen genler ve organizmanın üremesi ile de sonraki nesillere aktarılmaktadır. Tabii bu arada sadece eklenen genlerin bu “değiştirilme” sözcüğüne dahil değildir. Aynı zamanda gen transferinin yanı sıra istenmeyen bir özelliğin organizmanın genomundan çıkarıldığı (silindiği) gen ablasyonunu da içerir. Örneğin yemişlerdeki olan alerjenlerden sorumlu olan genler belirlenebilir ve çeşitlerden elimine edilebilir.

Yapılan araştırmalar göstermiştir ki yeni biyolojik unsurların ekosistemler üzerindeki gerçek etkisinin anlaşılması yıllar hatta on yıllar sürmekte. Bu sebeple şimdiye kadar yapılan bilimsel araştırmalara göre, piyasa sürülen GDO’lu ürünlerin etkileri ekolojik veya genetik olabilir. Bunlardan bazıları; çiftçilik uygulamaları ve arazi kullanımındaki yarattığı değişiklik sebebiyle hedef olmayan türler üzerindeki etkilerinin bir sonucu olarak diğer popülasyonlara yönelik “kasıtsız” zarar olabilmektedir. Bir diğeri de fosfor, azot ve diğer elementlerin oluşumunun düzenlenmesinde sorumlu olan toprak mikrobiyal popülasyonlarına zarar vererek biyojeokimya üzerinde çeşitli etkiler yaratmasıdır.[7] Ayrıca son dönemlerde daha da tartışılır hale gelen hedef olmayan türlere yatay gen transferi yani genleri diğer organizmalara özellikle tozlaşma, karışık çiftleşme, dağılma veya mikro-organizmalar yollarıyla transferidir.

Çevreyle ilgili olduğu kadar sağlık alanında da çeşitli riskler içermektedir. Bu potansiyel riskler ve tehlikeler üzerine araştırmalar sürüyor olsa da örneğin Brezilya yemişlerinden gelen bir genle manipüle edilmiş soya fasulyelerinin bazı insanlarda alerjik reaksiyonlara sebep olduğu gözlemlendi. Ya da toksisite açısından da transgenik mısır MON863’ün iç organlarda potansiyel patolojik değişiklikler ve iltihaplanmaya neden olabileceği gösterildi.[8] Peki bu tartışmalarla birlikte GDO’yla vadedilen (ilk ortaya çıktığı yıllarda daha çok dile getirilen ama şimdilerde çokça dillendirilmeyen) kıtlığın ve açlığın Dünya üzerinden silinmesi gibi önermeler ne kadar doğruluk içermektedir

 

Malthusçuluk ve Gıdanın Dağıtımı

1970’lerin başında Asya’da tartışılan tarımdaki çeşitli değişiklikler, “atlımlar” olmasına rağmen kıtlığa ve açlığa çözüm bulunamadığı tartışılır hale gelmişti. O dönemlerde neo-malthusçu The Population Bomb kitabının yazarı R. Ehrlich 1970’ler itibariyle aşırı nüfus ile birlikte yüz milyonlarca insanın öleceğini ileri sürüyordu.[9] Bu Malthusçu panik, “Yeşil Devrim” politikası için güçlü bir siyasi destek temeli oluşturdu. Hem Amerika hem de Avrupa’daki çeşitli ülkeler ve kurumlar, Asya’daki ülkelerin yeni “verimli” tohumları ithal edip dağıtmalarına, üreticilerin gerekli gübreleri ithal etmelerine ve sulama kapasitelerini artırmalarına dönük yatırımlarda ve hamlelerde bulundu. Bu yatırımlardan kısa sürede elde edilen ek gıda üretimi, siyasiler ve şirketler için o kadar tatmin ediciydi ki, yeni tohumları geliştirmek için en çok çaba sarf eden botanikçi Norman Borlaug, 1970 Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldü.[10]

Gelişmekte olan ülkelerde daha fazla gıda yetiştirme hedefi, 1990’larda ilk genetiği değiştirilmiş mahsuller ortaya çıktığında büyük ölçüde azalışa geçti. 1980 ve 2004 yılları arasında kısmen Yeşil Devrim ile Asya’daki açlığın yaygınlığı belirli oranda azalmıştı. 1980’de 5 yaşın altındaki Asyalı çocukların %45,4’ü olarak zayıftı, ancak 2004’te bu oran %24,8’e düştü. Latin Amerika’da düşük kilolu çocukların yüzdesi %12,5’ten %5,5’e düştü. Ancak 1980 ile 2004 arasında Afrika’da düşük kilolu çocukların yaygınlığı %23,5’ten %24,5’e yükselmişti ve aynı dönemde çeşitli Avrupa şehirlerinde de yetersiz beslenme sonucu ortaya çıkan hastalıklarda artış gözlemlenmeye başlamıştı.[11] Asya’daki etkili sonuç biyoteknoloji şirketlerinin ağzını sulandırmıştı.

Malthusçu korkuların azalmasıyla birlikte de az önce Asya’ya tohum desteğinde bulunmuş ülkeler önemli bir politika değişikliğine gittiler. Tarımsal kalkınmayı “teşvik etmek” için verdikleri teşvikleri keskin bir şekilde kestiler. 1980 ile 2003 arasında, gelişmekte olan ülkelerde tarımın modernleşmesine yardımcı olmak için yapılan tüm teşviklerin dolar değeri %64 düşerek 5.3 milyar dolardan 1.9 milyar dolara geriledi.

1980 ile 2005 arasında, Dünya Bankası’nın tarıma verdiği kredilerin payı %30’dan %6’ya düştü. Amerika Birleşik Devletleri’nin Afrika’da yeni tarımsal araştırmalar için harcadığı teşvikler 1980 ile 2003 arasında %77 azaldı ve Amerika’nın Afrika’da genel olarak tarıma harcadığı yatırım %86 azaldı.[12]

Bu “yardımların” (aslında teşvik ve yardım adı altında sonradan ilhak edilecek alanlar için altyapının oluşturulması) geri çekilmesi verilen bu kamu desteğinin geri çekilmesi, başka bir önemli değişikliği daha tetikledi. Yeşil Devrim süresince, yeni tohumlar ücretsiz veya bedelsiz olarak sunan kar amacı gütmeyen kuruluşlar tarafından teşvik edilmişti. Bu kurumlar 1980’lerden sonra alandan tamamen çek(tir)ildi, 1990’larda genetiği değiştirilmiş tohumlar kâr peşinde koşan biyoteknoloji şirketlerinin kullanımına ve üretimine bırakıldı. GDO’ların Dünya’daki tarımdaki hâkimiyeti de işte bu dönem sonrasında başlamış oldu.

Bugün GDO’lu ürünlerin üretimi ve dağıtımı tamamen şirketlerin hatta doğrudan tekellerin söz sahibi olduğu bir alan durumundadır. Bu şirketlerin tamamı emperyalist ülkelere aitken, her yıl karlarını katladıkça katlayan bu şirketlerin üretimini gerçekleştirdiği toprakların çok büyük çoğunluğu “gelişmekte olan” diye adlandırdıkları ülkelerde bulunmaktadır. GDO mahsullerinden de en çok karı da bu emperyalist ülkelerdeki toplumun çok küçük bir kısmını oluşturan “zengin” çiftçiler ve çok büyük çoğunlukla da biyoteknoloji şirketleri, tekelleri elde etmektedir. Bu son kısım ayrıntılı olarak gelecek yazıda tartışılacaktır.


[1] Prof. Dr. Tayfun Özkaya, Başka bir tarım mümkün mü? Agroekoloji, yeni köylülük ve gıda egemenliği, Aralık 2019, İstanbul, Bilim ve Gelecek Dergisi.

[2] Bülent Şık, Gıdada Pestisit Kalıntısı ve Sağlık, Temmuz 2015, BİA Haber Merkezi.

https://bianet.org/bianet/tarim/165871-gidada-pestisit-kalintisi-ve-saglik

[3] Joan Conrow, Developing nations lead growth of GMO crops, Haziran 2018, Alliance for Science.

https://allianceforscience.org/blog/2018/06/developing-nations-lead-growth-gmo-crops/

[4] Yin, Yian, et al. “Public use and public funding of science.” Nature human behaviour 6.10 (2022): 1344-1350.

[5] Biological Weapons Convention, UN

https://www.un.org/disarmament/biological-weapons/

[6] Kramer, M.G., Redenbaugh, K. Commercialization of a tomato with an antisense polygalacturonase gene: The FLAVR SAVR™ tomato story. Euphytica 79, 293–297 (1994).

[7] Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar, Abdullah Tahir Bayraç, Gülsüm Kalemtaş, Mehmet Cengiz Baloğlu, Musa Kavas, Ocak 2014, Ankara, ODTÜ Yayıncılık

[8] Toksisitenin ortaya konduğu çalışma için bkz. Séralini, Gilles-Eric, Dominique Cellier, and Joël Spiroux de Vendomois. “New analysis of a rat feeding study with a genetically modified maize reveals signs of hepatorenal toxicity.” Archives of environmental contamination and toxicology 52 (2007): 596-602.

Sonraki birkaç deneyde mısırın farelerde de benzer etkiyi yarattığı görüldüğünden EFSA (Avrupa Gıda Güvenliği Otoritesi) MON863wü hem insan hem de hayvan sağlığı açısından zararsız kabul etmiştir. Belge için bkz. https://www.efsa.europa.eu/en/efsajournal/pub/1562

[9] Charles C. Mann, The Book That Incited a Worldwide Fear of Overpopulation, Ocak 2018, Smithsonian Magazine.

https://www.smithsonianmag.com/innovation/book-incited-worldwide-fear-overpopulation-180967499/

[10] The Significance of Borlaug, University of Minnesota.

https://borlaug.cfans.umn.edu/about-borlaug/significance

[11] The State Of The World’s Chıldren 2004, UNICEF, 2004

https://www.unicef.org/media/84796/file/SOWC-2004.pdf

[12] Herring, R., & Paarlberg, R. (2016). The Political Economy of Biotechnology. Annual Review of Resource Economics, 8(1), 397–416.

Kaan Biçici
diğer yazıları