yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

KIVANÇ SEZER: KÜÇÜK ŞEYLER POLİTİK BİR FİLM

Yağız Senem – Buket Demir

2016 yılında 51. Karlovy Vary Film Festivali’nin ana yarışmasında ilk uzun metraj çalışması olan Babamın Kanatları ile izleyici karşısına çıkan yönetmen Kıvanç Sezer sonrasında birçok ulusal film festivalinde aldığı ödüllerle dikkat çekmişti. Üç yıllık bir aradan sonra sinemaseverler ile buluşmaya hazırlanan Kıvanç Sezer, yeni filmi Küçük Şeyler‘in hem yönetmenliğini hem de senaristliğini üstleniyor. Küçük Şeyler de 54. Karlovy Vary Film Festivali’nde dünya prömiyerini gerçekleştirdikten sonra ulusal ve uluslararası film festivallerinden ödüller ile ayrıldı.İlaç firmasında üst düzey bir pozisyonda çalışan Onur’un işsiz kalması ile beraberinde yaşadığı sorunları irdeleyen film 29 Kasım’da vizyona girdi. Biz de Kıvanç Sezer ile buluşup yeni filmi Küçük Şeyler özelinde yönetmenin kariyeri hakkında konuştuk.

İlk filminiz olan Babamın Kanatları’nı ve vizyona henüz giren Küçük Şeyler’i karşılaştırdığımızda biçim bakımından gözle görülür değişikliklere şahit oluyoruz. Babamın Kanatları’nda henüz ilk sahneden itibaren filmin karanlık atmosferini izleyiciyi sararken Küçük Şeyler’de ise mizah öğeleri oldukça yoğun kullanılıyor. Yine Babamın Kanatlar’ında müzik kullanımı hikâyenin seyri ile yoğun ve uyumlu bir biçimde kullanılırken Küçük Şeyler’de yoğun müzik kullanıma şahit olmuyoruz. Devam filmi olarak nitelediğiniz bu eserde neden biçim değişikliğini tercih ettiniz?

Ben kendimi her iki filmde de özgür bıraktım. Müzik, ışık, mizansen… Tüm bu ögelerde ki değişimin tamamı karakterlere yönelik. Küçük Şeyler’de benim odağım Onur ve Bahar karakterleriydi. Onur karakteri ve onun duygusal çalkantıları, psikolojik durumu tabi ki ön plandaydı. Antidepresan satan bir bölge müdürünün işsiz kaldıktan sonra yan etkilerini bilerek sattığı ilaca sarılması ve bununla birlikte gerçekleşen birtakım gelişmeler var filmin içinde. Tüm bu hikâye filmin tonunu belirliyor. Benim yakalamak istediğim şey biçim içerik uyumuydu aslında. Ancak iki film arasında bir tür de devamlılık var. Bu devamlılığın mekânsal olduğunu söyleyebiliriz. İki filmimde de hikâye mekân olarak bir sitede geçiyor. Babamın Kanatları’nda yapımı devam eden sitenin inşaatı arka plan iken Küçük Şeyler’de inşaatı bitmiş bir siteyi görüyoruz.  Aynı mekânın farklı izdüşümlerinde farklı karakterlerin yaşamına odaklanıyorum.  Babamın Kanatları’nda işçileri, Küçük Şeyler’de ise beyaz yaka diye tabir edebileceğimiz bir tabakayı izliyoruz. Kısaca özetleyecek olursak inşaat sektörü üzerinden 2010’lar Türkiye’sinin fotoğrafını çekmeye çalıştım. Bunlara dikkat etmeye çalıştım.

Babamın Kanatları’nda iş cinayetleri, güvencesiz çalışma koşulları gibi gerçekten yakıcı sorunlar işlenirken Küçük Şeyler’de de en az onun kadar yıkıcı bir sorun olan işsizliğin işlendiğini görmekteyiz. Geçtiğimiz günlerde de ekonomik sebeplerden dolayı İstanbul Fatih’te ve Antalya Konyaaltı’nda yaşamlarına son veren ailelerin haberlerini okuduk. Bu bağlamda işsizlik sorununu temel alan bir hikâyede karanlık bir atmosfer kurmak yerine mizahi öğelerle desteklemenizin sebebi nedir?

Küçük Şeyler filmindeki işsizlik sorunu karakterin işsizliği nasıl algıladığı ile şekilleniyor. Bir insan eğer kendine işsizim demiyorsa o insan işsiz olmaz. Yeni açacağı kafenin planlarını yapan insan keza koçluk sertifikası almak için kursa giden Onur, bu işsizlik durumunu gözle görülmez kılabilir. Bu çağımızı içine alan bir tür algılama problemidir. Bazen insan başına gelen kötü vakaları olduğundan farklı algılar. Bu eğilim de bizim karakterimizi tirajı komik bir yere sürüklüyor. İşte bu noktada mizah işin içerisine giriyor. Açıkçası bu filmi karakterin problemleri ve buhranları üzerinden anlatmak ile seyirciye iyi bir aktarım sağlayabileceğimi düşünmüyorum. Günlük hayatta da bu böyledir. Mesela günlük hayatta birisiyle sohbet ederken gel sana hüzünlü bir hikâye anlatayım ağla demeyiz aksine komik bir hikâye anlatarak onu güldürmeye çalışırız. Mizah doğru kullanılırsa çok kuvvetli bir araçtır. Mizah ve mizahın içindeki hüzün seyirciye birtakım duyguların geçmesini ve seyircinin bağ kurmasını sağlar. Benim asıl amacım da buydu.

Benim açımdan yine bir farklılık olarak Babamın Kanatları’nda ana karaktere sempati duyabiliyorken Küçük Şeyler’de Onur karakteri ile böyle bir bağ kurabildiğimi söyleyemem. Bunun seyircilerde genel bir eğilim olduğunu söyleyebilir miyiz?

Ben öyle düşünmüyorum. Genelde bu şekilde ifade edenler Onur ile aynı karakter özelliklerine sahip olan erkek izleyici oluyor. Kendi yaptığım gözlemler üzerinden söyleyebilirim ki erkek izleyicide Onur karakterini yargılama ve dışarıda bırakma eğilimi görüyoruz.  Bu zamana kadar söyleşilerde yaptığım sohbetlerden böyle bir kanıya vardım. Seyirci bir yandan karakterle arasına bir mesafe koyuyor diğer yandan kendisini karakterin yerine koyarak ben olsam ne yapardım diye bir içsel sorgulamaya giriyor. Ayrıca hikâyenin ana unsurlarından birisi de evlilik. Sonuçta bu filmde sadece işsizlik değil evlilik süreci de işleniyor. Sadece evlilik değil genel olarak ikili ilişkiler hepimizin zorlandığı içinden çıkamadığı nüveleri barındırıyor. Bunu bir şekilde filmin tartışmaya açtığını düşünüyorum.  Filmdeki her iki karakterde de bu nüveleri gözlemliyoruz. Film ikili ilişkilerdeki bu çıkmaz ile ilgili bir kanıya varmaktan ziyade tartışmaya açmayı hedefliyor.

İki filminizde de toplumun sinir uçlarına dokunan ciddi sorunları işliyorsunuz. Ancak Küçük Şeyler’de bir yönetmene fazlaca olanak sunabilecek tema olan işsizliği, ikili bir ilişki üzerinden işlemeyi tercih ediyorsunuz.  

Ben Küçük Şeyler ’in politik bir film olduğunu düşünüyorum. Bu filmde kredi çekip onu 20 yıl boyunca ödemek zorunda olmanın yarattığı gerginliğin bir ilişkiyi ne kadar yıpratabileceğini göstermeye çalıştım. Onur’un işsiz kalması ile ilişkide dengeler değişiyor. Bu değişiklik karakterlerin hayatına yansıyor. Karakterlerin birbirlerini algılayış biçimlerini değiştiriyor, kendi varoluş zeminlerini bir şekilde altlarından çekiyor. İkisi de buna farklı reaksiyonlar veriyor. Biz filmde bu denge değişiminin karakterler üzerinde nasıl evirileceğini izliyoruz. Dolayısıyla bu anlamda da filmin anlattığı şeyin güncel olduğunu ve herkesin film ile ortak bir payda da buluşacağını düşünüyorum.

Filmde hayal ve gerçek arasında ki sınırın belirsizleştiği birçok ana şahit oluyoruz. Onur’un bazı hatıraları, sohbetleri, tepkileri hatta karşılaştığı karakterler onun hayal dünyasının bir yansıması mı yoksa gerçek deneyimler mi ayırt edemiyoruz.

Peki siz bu durumu olumlu mu yoksa olumsuz mu karşılıyorsunuz?

Ben bu belirsiz sınırın izleyiciyi olay örgüsünü takip etmeye çalışırken yoracağı kanısındayım.

Aslında çok da olaylara dayanan bir film değil Küçük Şeyler. Daha çok bir durum hikâyesi ve değişen durumlara her iki karakterin nasıl reaksiyon verdiğine odaklanan bir film. Dolayısıyla film olay örgüsüne bel bağlamıyor daha çok bir karakter filmi. Ama tabii ki izleyicinin deneyimi önemli olacaktır. Eğer belirttiğiniz gibi bir eleştiri gelirse bunu muhakkak bir kenara not almak lazım.

Hikâyeyi epizodik anlatmayı tercih ettiniz. Epizodik anlatımın bu hikâyeye nasıl bir katkısı var?

İstedim ki bir sürece parça parça müdahil olalım. Mesela Bergama’nın Bir Evlilikten Manzaralar (Scener Ur Ett Äktenskap, 1973) filmi de böyle bir anlatıma sahiptir. Evli bir çiftin 10 yıl gibi süren bir ilişiklilerini parça parça dönemsel olarak bölüm bölüm anlatır. Ben, acaba bu Bahar ve Onur’un ilişkileri işsizlik sürecinin farklı aşamalarında nereye gidiyorlar ne yapıyorlar hem sitenin hem de mevsimlerin geçişi ile bunu görselleştirmek istedim.

Babamın Kanatları filmi bakanlık desteği almıştı. Küçük Şeyler’de ise bakanlık desteği alamadınız. Bu bağlamda filme fon bulma sürecinizi anlatabilir misiniz? Aynı zamanda yönetmen Tolga Karaçelik’in filminizin yapımcılığını üstlenmesinin genç sinemacılar arasında bir dayanışmanın olduğunu söyleyebilir miyiz?

Evet, bu filme bakanlık desteği alamadık. Aynı zamanda benim birçok arkadaşım da projeleri için destek alamadı. Bu projelerin bir kısmı rafa kalktı.  Bir kısmı da bizim yapmış olduğumuz gibi biraz imece usulü dayanışma ile işi biraz daha kolektif çözerek yapımcılar ve ortak yapımcılar ile size inanan insanlar ile çözülüyor. Tolga’nın işe dahil olması süreci hızlandırdı. Ama ben bu filmi telefon kamerası ile de olsa çekecektim fakat daha iyi şartlarda çekebilmek için mücadele ediyordum.

Uzun bir süredir Türkiye Sineması’nın ciddi sorunlar ile boğuştuğu tartışılıyor.  Özellikle gözle görülür bir dağıtım ve üretim krizi var. Siz bir yönetmen olarak bu krizi aşmak için ne yapılması gerektiğini düşünüyorsunuz?

Dağıtım krizini aşmanın yolunun ben tabandan örgütlenerek filmlere sahip çıkarak aşılacağını düşünüyorum.  Ben Türkiye’nin her yerinde bağımsız filmleri destekleyecek hatırı sayılır bir kitlenin olduğunu/olacağını düşünüyorum. Asıl mesele bu filmleri o kitle ile buluşturabilmekten geçiyor. Sinema salonları ve şirketleri her zaman kendisi için en garanti yolu tercih eder. Ancak burada devletin bir rol üstlenmesi lazım. Bu sorunu özel sektörün vicdanına bıraktığın zaman sorun çözülmez. Yapımcıların da bu tarz ara form filmler ve alternatif dağıtım modellerinin geliştirilmesi için risk alması lazım.

Bu üretim krizinin dağıtım krizinin bir sonucu olduğunu söyleyebilir miyiz?

Evet. Sonuçta bizler para kazanmak için değil bir şey anlatmak için film çekiyoruz. Dolayısıyla bizim öncelikle film çekebilme olanaklarına sahip olmamız lazım. Yapımcılar tarafından bu filmlerin hayata geçirilmesi lazım. Bu filmlerin söyleyecek sözünün olması lazım. Bazen sadece bakanlıktan destek alma kaygısıyla projeler hazırlanabiliyor. Tabii bunların ne kadar nitelikli projeler olduğu tartışmaya açıktır. Mesela ben anlatmak istediğim hikâyeyi değil de destek alacağım hikâyeyi yazarsam o hikâye ile gönül bağım olmadığı için elde edebileceğim başarı da tartışmalı olur. Zaten bakanlığın verdiği destek de yetmiyor genelde. Yönetmenler film çekebilmek için yine de fon aramanın peşine düşüyorlar.  Fon bulamayınca da filmi yine eksik çekmek zorunda kalıyorlar. Yüksek prodüksiyonlu sahneleri atlıyorsun mesela. Film bakanlık tarafından desteklenmediğinde yurtdışı fonları da zorlaşıyor. Kısacası Türkiye’de iyi filmler çekecek çok nitelikli yönetmenler var. Ancak bu koşullar film çekmeyi zorlaştırıyor. Bir ülke sinemasın yükselebilmesi için her şeyden önce bu koşulların iyileştirilmesi lazım.

diğer yazıları