Ne yeniden küçük mekânlara dönen tiyatro sanatçıları, ne o oyunları izlemeye gelen insanlar, ne müzisyenler, ne de Diyarbakır 1990’lı yıllara döndü. Sesler artık binalara hapsolmuş salonlardan değil, sokağın mahallenin her köşesinden yükseliyor.
Nurhak Yılmaz
Diyarbakır’da yerinden sökülen heykeller, salonsuz bırakılan tiyatrocular, yasaklanan etkinlikler, sanatsal üretime kapatılan mekânlar, indirilen tabelalar, sarı-kırmızı-yeşilden kırmızı-beyaza dönen renkler.
Sokaklar, isimler, afişler…
Bu tabloya bakıp yekten “90’ların başına döndük” denilebilir mi? Deniliyor ama aslında öyle değil. Çünkü 90’lara dönmedik. “90’lardan alışığız bunlara” hiç denilemez çünkü aslında alışık da değiliz “bunlara.”
Bunlar tepkiyle yazılmış cümleler değil, derdi hafıza tazelemek. Çünkü bugün olup bitenlerin aslında aşikâr olan “gizli amacı” tam da hafızayla ilgili.
Hatırlarsak;
90’ların başında Kürtlerin 70 küsur yıllık cumhuriyetin yasaklarına karşı itirazı kuytu köşelerden sokaklara yayılmaya başlamıştı. Kürtlerin itiraz ve mücadeleden başka “bir şeyleri” yoktu. Ancak muazzam hayalleri vardı. Cumhuriyetle yaşıt bir hak talebiydi bu. Uzaklardan, Erivan’dan tadımlık biraz Ayşe Şan, biraz Aram Tigran dinleyerek büyümüş sanatçıların ilk gençlik yıllarıydı. 80’lerin fısıltıyla dinlenen türkülerini yüksek sesle söylemek istiyorlardı. Söylüyorlardı da yaşamları pahasına. Her türkünün, marşın, şiirin, hatta “alfabe dışı harfin” bile yaşamlar kurup yıktığı günlerdi… Umut dışında “her şey çok az ve yasaktı.”
Ama her türden “yokluğun” da hazmedilmediği zamanlardı. Bu sebepten, geçmişte coğrafyadan çıkan her sesin, her sözün, her rengin peşine düşülüyordu. Kuşaklar önce toprağa gömülse de bir tat, bir koku gibi rüzgâra karışarak beklemiş “varlık zamanlarının baş döndüren hissiyatı”, yoklukla mücadeleye ilham oluyordu. Yine de o “tat” tam olarak bilinmiyordu. Ona ermek için direnmekten öte yol yoktu.
Yani bugünlerde adı sık dillendirilen 90’larda, Kürtler henüz “var olma” sınırında çok keskin bir kavganın içindeydi. Sanat ise direnmenin heyecanı, coşkusu ve gelecek güzel günlere olan inançla yüklüydü.
Zamanla “varlık bilinci” güçlenirken meyveleri de siyasette, toplumda ve sanatta ortaya çıktı. Diyarbakır bu tezahürün en yoğun yaşandığı şehirdi elbette.
Dönülmez nokta
Kayyımın zuhur ettiği, OHAL’in uygulanmaya başlandığı 2016 Diyarbakır’ının işçisi, orta sınıfı, öğretmeni, genci, sanatçısı, hatta taşı toprağı bile çok yol almıştı. Diyarbakırlı, “varlığının silinmez işaretleriyle” yaşamaya alışalı çok olmuştu. Ruh olarak en yakın olduğu 90’lardan bile bu sebeple oldukça farklıydı.
Ve son birkaç yıldır, Kürtlerin 90’larda mücadelesini verdiği, 2000’lerde ortaya çıkardığı kurumlar, salonlar, mekânlar ve o mekânlarda üretilen dil, estetik, renkler ve üslupla “vedalaşması” isteniyor. Hem de oldukça teknik, oldukça anlık “bir kararla.” Mümkün mü? Çok zor…
Neden zor olduğunu edebiyatla anlatmak istersek, Burhan Sönmez’in Kuzey romanında aşk için ifade ettiği şu sözler bugünün Diyarbakır’ına neden uyarlanmasın;
“… Aşkı tattıktan sonra sevgilisini kaybeden aşığın içine düştüğü yalnızlık ise gerçek yalnızlıktır. Bu, Tanrı’nın evreni yaratmasından önceki yalnızlığı gibi yokluktan değil, varlıktan doğar. Önce varlığa ermiş, sonra yitirmiştir. Nasıl ki Tanrı evreni yok edip artık yalnızlığa geri dönemezse, âşık da geri dönülmez bir yerdedir.”
“Kayyım icat oldu” etkinlikler durdu
OHAL koşullarında Diyarbakır’daki kültür-sanatın haline değinmek isterseniz, belediyeyi kapsam dışı bırakarak bunu yapamazsınız. Çünkü kimilerine göre “bir eleştiri konusu”, kimilerine göre ise “bir zorunluluk” olarak belediye son 17 yılda kentteki kültür sanat üretiminin merkezinde yer aldı. İktidarın Kürtlere dönük uyguladığı siyasetin bir sonucu olarak “belediyelere kayyım ataması” da bu sebeple sanatsal üretimi direkt ve çok çarpıcı bir şekilde etkiledi.
Belediye ile birçok etkinlikte işbirliği yapan Diyarbakır Sanat Merkezi Koordinatörü Övgü Gökçe, bu sürecin 6 yılını yakından takip eden isimlerden biri. Ve belediyenin şehirdeki kültür çalışmalarındaki rolünü şöyle yorumluyor;
“Kayyım meselesinin icat edilmesi, Kürtlerin siyasi temsilcilerinin daha önce de başına gelen tutuklanma ya da tasfiye süreçlerinden farklı olarak Diyarbakır’da yeni bir durum yarattı. Türkiye’nin her yerinde olduğu gibi insanların seçtikleri, şehri yöneten kişilere ekstradan bir müdahale oldu. Belediyelerin gündelik hayatı düzenleyen bir etki alanı var. Bu etkiyi Diyarbakır’da en yoğun görebildiğimiz alanlardan biriydi kültür. Özellikle büyükşehir belediyesi, kültür alanını düzenlemek, bu alanı yeniden yapılandırmak konusunda çok ciddi bir siyasi irade ve ekonomik yatırım yapmaktaydı. Çünkü kültür, Kürtlerin bütün taleplerine en fazla denk düşen alanlardan biriydi. Ve belediyenin bunu iyi gördüğünü düşünüyorum.”
Burada, “Belediye ne yaptı da şehirdeki sanatsal üretimin merkezinde bu kadar yer aldı” sorusuna yanıt vermemiz gerekiyor. Yıllarca Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin kültür sanat organizasyonlarında yer alan, bu etkinlileri yazı ve haberleriyle duyuran ve belediyeye kayyım atandıktan sonra işten çıkarılan Gazeteci Bircan Değirmenci’den dinleyelim belediyenin “ne yaptığını”;
“Belediyelerin Kürt kültürü, sanatı ve dilinin korunmasına katkısı büyük oldu. 10 yıl boyunca sanatın tüm disiplinlerini barındıran festivaller düzenlendi. Daha sonra bu etkinlik sinema günleri, tiyatro günleri ve fotoğraf günleri şeklinde ayrıştırıldı. Her yıl düzenlenen kitap fuarıyla edebiyat okurları yazarlarla buluşturuldu. Seminer ve söyleşilere ev sahipliği yapıldı. Sanat galerisinde popüler kültürün gölgesinde kalan muhalif sanatçıların eserlerinin görünür kılınması sağlandı. Yurtiçi ve yurtdışından sanatçıların sergileri açıldı.
Öte yandan belediyenin kültür sanat birimi tarafından Kürt kültürünün duayen sanatçılarının biyografi kitapları ile Kürt tiyatro tarihine ilişkin araştırma kitapları, sanat kitaplarının Kürtçe çevirisi ve Kürt sözlü tarihinin mihenk taşı olan Dengbêj Antolojisi yayınlandı.
Belediye tarafından kurulan ve Kürtçe eğitim veren Aram Tigran Kent Konservatuarı’nda çocuk ve yetişkinler için, müzik, resim ve tiyatro dersleri veriliyordu.”
Bunlar sadece 17 yıl boyunca yürütülen çalışmaların ana başlıklarını oluşturuyor. Tabii bir de tüm bu etkinliklere şehrin tepkisi, katılımı ve şehirdeki yansımasına bakmak gerekiyor. Yıllar öncesinden bir anı buna dair ipucu verebilir;
Yıl 2005. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi, 5. Kültür Sanat Festivali’ni düzenliyor. Program kapsamında, Dağkapı Meydanı’nda bulunan tarihi burçlardan birinin tepesinde saksafon resitali verilecek. Ancak resital güneş doğarken başlayacak. Bu da en geç sabah saat 04:00’te Dağkapı’ya gitmek demek. Saatin tersliği bir yana, saksafonun şehirdeki karşılığı düşünülünce, katılım konusunda kimse umutlu değil. Fakat biraz tebessümle beklenen o gün geldiğinde tarihi burcun önünde sabahın saat 03:00’ünden itibaren insanlar toplanmaya başladı. Kimi Sur’dan, kimi Diclekent’ten, Bağlar’dan gelmişti. Kalabalığın çoğunluğunu gençler oluştursa da içlerindeki orta yaş üstü kadın ve erkeklerin sayısı dikkat çekiciydi. Hiçbiri az sonra güneşe karşı çalınacak enstrümanın ismini bilmiyordu. Türkçe de bilmiyorlardı. Konser saati yaklaşıp burcun tarihi kapısı açıldığında ise metrelerce yükseklikteki taş merdiveni büyük bir eziyetle tırmandılar. Koluna girmek isteyen gençlerin yardımını kabul etmeyen bir kadın “belediyemiz zahmet etmiş bizim için düşünmüş, ben niye gelmeyeyim” diye diye yukarı çıktı. Belki 60 veya 70 yıllık ömründe kulağına ilk kez çalınan saksafon sesini sonuna kadar dinledi.
Şehirdeki kültür sanat etkinliklerini yıllardır yakından takip eden şair/yazar Vecdi Erbay’a göre, “12 Eylül’ün baskısı, çatışmalar, faili meçhuller ve yasakların ardından böyle etkinliklerin yapılması bir devrim niteliği taşıyordu. Diyarbakır’ın özlediği bir şeydi bu. İnsanlar gizli gizli dinledikleri müzikleri festivallerde yüz bin kişiyle birlikte dinlediler. Şehirde Türkçe ve Kürtçe edebiyat yapan insanlar da birçok şairi ağırladı. Onlarla oturup sohbet etme imkânı buldu. Tüm bunlar Diyarbakır’da yapılan sanatı da etkiledi. Atölye çalışmaları ardından çok sayıda film çekildi.”
“Giden” ve “elde kalan”
O halde, OHAL koşullarında sanat cephesinde tüm bunlar “elden gidenler” hanesine yazılabilir mi? Veya elde ne kaldı?
Yine Vecdi Erbay’ın değerlendirmesine bakacak olursak “gideni” şöyle özetlemek mümkün;
“Kayyımla birlikte şehirdeki sanatçılar üretme ve ürettiklerini paylaşma olanaklarını kaybetti. Sanat üretenlerin son yıllarda değerlendiremedikleri bir şeydi bu. Sanatçı aslında yokluktan var edendir. Bir varlığın içindeydiler ve o varlığı değerlendiremediler. Belediye bünyesi dışında üretenler için de söylüyorum bunu. Kürt Yazarlar Derneği’ne de Kürt PEN’e de eleştirim bu yöndedir. Şimdi herkesin üretim alanı daraldı. Çünkü bir baskı ortamı var. Mesele sadece kayyım değil. Ancak şimdi tam bir araya gelme zamanıdır.”
“Halkın öz gücüyle” festival
Mekânların bir şekilde “elden gitmesi” ardından yaşananlar ise terazinin “elde kalanlar” kefesine yazılabilir. Şöyle ki;
Belediyeye kayyım atanmasından sonra, Bircan Değirmenci’nin deyimiyle “kültür sanat çalışmaları durma noktasına geldi.”
Bu durağanlığı ilk bozan ise, Amed Film Festivali oldu. Kayyımdan önce, 4-13 Kasım tarihleri arasında yapılması planlanıyordu ancak 1 Kasım 2016’da belediyeye kayyım atanınca festival ertelendi. Bunun üzerine tertip komitesi, “Kent kimliğinin ve mücadelesinin bir parçası olan festivalin yapılma gerekçeleri hâlâ orta yerde duruyor. Biz, bu koşullarda üzerimize düşen tarihi sorumluluğu yerine getirmek için festivalimizi halkın öz gücü ve demokratik kitle örgütlerinin desteğiyle yapmaya hazırlanıyoruz” şeklinde bir açıklama yaptı. Festival Aralık ayı sonunda gerçekleşti. Yıllar sonra ilk kez bir festival belediyeden destek alınmadan, şehirdeki sivil toplum kuruluşlarının katkısıyla düzenlendi. Filmler daha küçük salonlarda gösterilse de festival tamamlandı.
Sonra, belediye bünyesinde çalışmalarını yürüten tiyatro sanatçıları işten çıkarılınca, Amed Şehir Tiyatrosu’nu kurdu. Sanat yapılan mekân bir kez daha değişmişti. Oyunlarını tarihi Cemilpaşa Konağı gibi devasa yapılardan, çok daha küçük salonlara taşıyan 20’yi aşkın sanatçı, Amed Tiyatro Festivali’ni başarıyla tamamladı. Geleneksel tiyatro festivali böylece kesintiye uğramadı.
Son olarak 5. Diyarbakır Fotoğraf Günleri’ni “belediyesiz” düzenledi Diyarbakır’daki fotoğraf sanatçıları. Fotoğrafları sergileyecek salon bulunamasa da, fotoğrafları bastıracak kaynak olmasa da, eserler slayt gösterimleri aracılığıyla fotoğraf severlere ulaştırılsa da etkinlik tamamlandı.
Bu üç etkinlik de gerçek birer dayanışma örneği olarak hafızalara kaydedildi. Diyarbakır dışından gelen sanatçılar yol masraflarını kendileri karşıladı. Otelde değil, şehirdeki dostlarının evlerinde konakladı. Yemeklerini kendi ceplerinden ödedi. Bir karanlığın ortasında, dayanışmanın sanata açtığı bu zeminde, “istenirse yapılabiliyor” duygusunu birlikte güçlendirdiler.
Envai türden imkânsızlığın üstesinden gelerek, çeşitli yollar deneyerek, mekân yoksa mekân yaratarak yol almak ilham ve cesaret vericiydi aynı zamanda. Üstelik tüm bunlar “fonda” devam eden kitlesel tutuklamalar ve gözaltılara rağmen yapıyorlardı.
Yıllardır çocuk ve yetişkinlere eğitim verilen konservatuarlar ise “kayyımlı yönetimler” ile kapanmasa da “alışılagelenin” dışında bir içerik kazandı. Sinema, tiyatro, dans dersleri yerini Kuran kursları, dikiş nakış eğitimlerine bıraktı. Buradaki çalışmaları kesintiye uğrayan müzisyenler ise büyük salonlardan daha mütevazı mekânlara taşındı. Kafeler, çay bahçeleri, evler müzisyenlerin konser salonlarıydı artık.
Sözün özü mahiyetinde diyeceğim o ki;
Ne yeniden küçük mekânlara dönen tiyatro sanatçıları, ne o oyunları izlemeye gelen insanlar, ne müzisyenler, ne de Diyarbakır 1990’lı yıllara döndü. Şarkıda dendiği gibi Diyarbakır “geç buldu” evet ama sadece 7 ay gibi kısa bir süre içerisinde küçük küçük onlarca mekândan yükselen sesler hiç de “tez yitirme” niyetinde olmadığını gösteriyor. Üstelik bu sesler artık binalara hapsolmuş salonlardan değil, sokağın mahallenin her köşesinden yükseliyor.
Ve Vecdi Erbay’ın dediği gibi, “Diyarbakır’da bir karabasanı yırtmaya çalışan küçük adımlar atılıyor. Bunlar gelecekteki daha büyük konserler, oyunlar ve türkülere hazırlık niteliği taşıyor. Ve şehir her dönem olduğu gibi yine ilham veriyor.”