yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

TİYATROADAM: ‘İZAHI OLMAYAN ŞEYİN MİZAHI OLUR’

1946’da bir dergi başlar yayım hayatına. Sabahattin Ali, Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz yazar, Mustafa Mim Uykusuz çizer. Toplatılmadığı veya yazarlarının hapiste olmadığı zamanlar buluşur okuruyla… Türkiye’nin ilk siyasi “mizah” dergisidir. Adı: Markopaşa. İzah edemediklerinden yola çıkar ustalar. Önce güldürür, sonrasında düşündürürler. Bazıları sevmezler; ki istemezler de bir halk gülsün. Dergiye kapılarını kapar matbaalar, dağıtımcılar sırtını döner ama yine de vazgeçiremezler ne yazarını ne çizerini… Cesaretleri kadar inatları da vardır ki eyvah eyvah… Elleriyle yaratırlar, elleriyle dağıtırlar. Kapısına mühür vursalar nafile… Markopaşa olur Merhumpaşa, o olur Malumpaşa… O paşa bu paşa derken dergi kısa sürede en yüksek tiraja sahip olur çıkar; duymayan kalmaz namını. Bu hikâye eskide mi kaldı dersiniz? Öyle olsaydı 2016 Ekimi’nde bir KHK’yla kapatılır mıydı Evrensel Kültür… “Devam ediyoruz” diyebilir miydi her şeye rağmen…

Markopaşa’dan tam 73 yıl sonra Tiyatroadam ekibi dedi ki; Markopaşa ışığında bir günlük tutalım. Adı: Meçhul Paşa. Ahmet Sami Özbudak yazdı, Emrah Eren yönetti. Bu hınzır neşriyatın kahramanlarını da Bülent Çolak, Erdem Akakçe ve Fatih Koyunoğlu canlandırdı. Sahneye konan hem şenlikli hem hüzünlü masalsı bir ortaoyunu. “Gökten düşen üç ilham perisi elmalarını yazarlarına paylaştırmış; muratlarına ermişler mi bilinmez, kerevete çıkmadan görülmez…” demişler ki ben de sahneye çıkmadan önce Baba Sahne’nin etkileyici atmosferi, Barış Dinçel’in büyüleyici dekoru önünde Meçhul Paşa oyuncularıyla bir araya geldim. Sevgili Bülent Çolak her ne kadar İstanbul trafiğiyle cebelleşse de arayı hemen kapattık.

Tiyatroadam’ın bu zamana kadar oyunlarında tercihi uyarlama metinler olmuştu. Sizi Meçhul Paşa’ya götüren süreç nasıl başladı?

Fatih Koyunoğlu: Bizim çok uzun zamandır konuştuğumuz ve istediğimiz bir şeydi: Tiyatroadam’ın kendi metni olsun, buralı olsun, prömiyeri ilk biz yapalım… Bu zamana kadar uyarlama yapılıyordu ama bir yerde tıkanıyordu, derdimizi anlatamıyordu. Hem anlattığımız mesele hem anlatış biçimimiz buralı olsun istedik. Biçim ve içerik açısından kaygılarımız vardı. Seyirciyle daha da kenetlenebileceğimiz bir oyunun özlemini çekiyorduk. Bunu kendi aramızda da söylüyorduk. Emrah Eren, Ahmet Sami’yle tanışmamıza vesile oldu. Ahmet Sami’nin oyunlarını da izlemiş, okumuştuk. Sami’nin de bizimle aynı kaygılar hisseden bir yazar olduğunu gördük. Yazdığı yazılarda buralı bir yazar olmaktan imtina etmiyor, tam tersine seviyor ama evrensel de bir dil yakalamaya çalışıp hem de biçimle ilgili buranın genetiğiyle uyuşacak kaygıları vardı. Sonrasında da çok sıkı bir atölye çalışması oldu.

O halde prova sürecini konuşalım, nasıl bir yol izlendi? Sizi çalışmalar sırasında kaygıya düşüren, telaşlandıran durumlar yaşandı mı?

Erdem Akakçe: Yaşandı! Biz aslında başka üç oyuncuyduk. Fatih’le ben aynıydık, bizim dışımızda başka bir arkadaşımız vardı. Sıfırıncı kilometreden itibaren yazarı, üç oyuncusu, yönetmeni, hep beraber bir masa başında oturup çay börek kahve eşliğinde kendimize göre o malzemeyi yonttuk diyelim, bütün marangozluk gereçlerini kullandık. Her şey son halini aldığında üçüncü arkadaşımız ayrılma kararı verdiğini bir mesaj yoluyla bize bildirdi. Ben o arada Artvin’de çekilecek bağımsız bir filme hayır demiştim, başka tekliflere yok dedik… Prova sürecindeyiz, heyecanlıyız, iştahlıyız… derken “Abi ben bunu yapmayacağım.” diye mesaj gelince biz tabii ki tatlı bir telaşa düştük, arayış içerisine girdik. Bu arayış Bülent’le nihayet buldu. İyi ki de Bülent oldu diyelim. Çünkü o da en az bizim kadar antika. Çabuk uyuşup anlaştık. O antikalıkta bir oyun çıkardık. Bizi bir arada tutan, hâlâ oyunu ayakta tutan yegâne kilit taşı… Aynı zamanda fazlaca okumalar yaptık, öğrendik.

F.K: Biz konservatuarın ilk zamanlarına geri dönmüş gibiyiz. Bir sürü araştırma yaptık; belgeler, mektuplar, arşivler vs. tarandı. Oyuncuların çalışması dışında Emrah’ın ve Ahmet Sami’nin de insanüstü çabaları vardı. Birçok şeyden feragat ettiler.

E.A: Sadece başlarda Bülent’in idman eksiği oldu. Metin diğer oyuncunun vücut stiline göre, davranış biçimine göre biçimlendiği için, Bülent o kumaşı giymekte tereddüt etti. Ahmet Sami çok yardımcı oldu bu konuda. Bülent böyle bir tereddüt yaşadı ama sonunda şahane bir final oldu. Kendi ruhundan bambaşka kapılar araladı. Oyuna bizim okuyamamış olduğumuz katmanlar ekledi, farklı bakış açısı kazandırdı. Üçümüz bir araya gelince o beklediğimiz şey çıkmadı ama bambaşka ve daha güzel bir şey çıktı.

F.K: Benim hayatımda ilk defa böyle bir deneyimim oldu. Tiyatro sürecinde bir yazarla çalışmak oldukça muhteşem bir şeymiş. Tıkandığımız yerlerde Sami’nin sihirli değnekleri, silip yenisini yazması vb. hiç imtina etmiyor, “virgülüme dokundurtmam” diyen yazarlardan değil.

İstanbul’un beyefendileri, meyhane sahipleri, ünlü fotoğrafçısı, matbaa çalışanları vs. de oyunda yerini bulmuş. Dönem farklı etnik kimliklerin iç içe olduğu, gidişatla da hemhal oldukları bir dönem. O kimliklerin bir aradalığına karşı özlem de hissediliyor…

F.K: Gün gelecek belki bugünkü günlere de birileri özlem duyacak. Oyun aslında kimseyi kahramanlaştırmıyor, “her şey muhteşem” demiyoruz o insanların ağzından. Evet, insanlar belli bir saygı çerçevesinde konuşuyorlar ama bir sürü dertlerden bahsediyorlar. Markopaşa sürecine baktığında da hiçbir zaman dönem güllük gülistanlık olmamış. Belki insanlar birbiriyle iç içe yaşayabiliyorlarmış en fazla bu farkı görüyorsun.

E.A: Memleket insanlarındaki izdüşüm bence Ahmet’in kaleminin maharetiyle çok alakalı. Çünkü biz onlarla ilgili bilgi sahibi değiliz. En fazla “olsa olsa böyle olmuştur.” diyebilen bir kaleme sahibiz. Bizim okuyabildiğimiz Markopaşa gerçeği dışındaki Ahmet’in gözüyle, “bu insanların meseleye yaklaşımı böyle olmuştur,” rayihası bence başka bir lezzet kattı oyuna. Metinde iki tane daha işçimiz vardı. Bu oyun ilk çıktığında üç saat on dakika oldu, bazılarını elemek zorunda kaldık. Markopaşa’ya bakan o insanların her söylediği Ahmet’in kaleminin parlaklığıyla alakalı bir şeydi.

F.K: Ahmet Sami’nin güzel bir buluşuydu bu. Sadece ustaların değil de matbaada çalışan işçilerin gözünden de hikâyeyi anlatmak gibi… Böylece o dönemdeki panorama çizilmiş oldu.

Karakterler ara ara Markopaşa yazılarını okuyor. Metinleri neye göre belirlediniz? Bu yazıları seçerken kendinize sansür uyguladınız mı?

E.A: Uyguladık ama bu tamamen talihsizlikle alakalı: Bazı isim benzerlikleri oluyordu ve bu benzerlikler bizim anlatacağımız hikâyenin çok önüne geçecekti, bu yüzden uygulamak durumunda kaldık.

F.K: Şundan kaçındık: Dergide mizahla ve eleştiriyle alakalı o kadar çok şey var ki, zaten dergi bunun üzerine çıkıyor. “Şunu da koyalım, bunu da koyalım, bu da harika,” derken bu sefer de didaktik, sıkıcı bir hal alabilecek diye imtina ettik.

E.A: Markopaşa’nın ne anlattığını birebir anlatamıyor olabiliriz ama hem biraz ona hem biraz karşısındakine değinip bunu da seyirciyi sıkmadan yapmaya çalışıyoruz. Tatlı bir denge oldu… Bizim o talihsiz isim benzerliklerinin dışında herhangi bir otosansürümüz veya sansürümüz olmadı. Tabii ki Markopaşa tarihini o hümanizmadan ayırmak mümkün değil. Yazarlarında hümanizmle siyasal söylem atbaşı gidiyor. Çünkü kendileri gerçek vatanseverler. Biz bunu harmanlarken daha çok insan olma hakikati üzerinden metni yoğurduğumuz için verilmeyecek bir cevabımız yok.

İzleyenlere nasıl etki ediyor?

F.K: Markopaşa karşı çıkarken hiçbir zaman bir yere taraf olmamış. O yüzden sahipsiz de kalmış. Mevcut iktidar değiştiğinde de muhalif olmaktan vazgeçmemiş. İzleyenler arasında “hiçbir şey değişmemiş” diyen de oluyor, “bu insanlar neler yaşamış, hiç bilmiyorduk, okuyup öğrenmeliyiz” diyen de… Bazen de “Bu insanlar her şeye rağmen söyleyeceklerinden vazgeçmemişler…” gibi etkisi oluyor. Sonuçta bu yazarlar bir vatanperverlik uğruna karşı çıkmışlar ama birilerine yaranmak için karşı çıkmamışlar. Özetle Meçhul Paşa iyi bir Markopaşa broşürü.

Sabahattin Ali, Rıfat Ilgaz, Aziz Nesin… Şimdiki koşulları düşündüğümüzde, günümüzde yaşasalardı durumları ne olurdu dersiniz?

E.A: Aynı: Nanik yaparlardı.

Yakın zamanda oyun yasaklamalarına, kadınlar sahneye çıkmasın söylemlerine şahit olduk. Yarın öbür gün “oyun oynayamazsın” denilip denilmeyeceğini bilemiyoruz. Siz kendinizde veyahut günümüz sanatçılarında o dönemin ustalarının cesaretini görüyor musunuz?

F.K: Bu isimlerle kıyaslanamayabiliriz. Çünkü bu insanlar hayatlarıyla, aileleriyle, vatandaşlıklarıyla… her şeyiyle tehdit edilmişler. Biz de aynı tehditleri alsak, biz de devam ederdik, demek çok iddialı olur. Bu işler doğduğu günden beri her zaman sansür olmuş. Ne yaşadığımız döneme ne Sabahattin Alilerin yaşadığı döneme has bir durum. Markopaşa bize onun ispatı: Engel çıkardıklarında kenarından geçmeye çalışmışlar, üstünden atlamak istemişler, altından tünel kazıp geçmeye çalışmışlar… bir yerden sonra trajikomik bir hal almış. Sekizde çıkmış, dokuzda toplatmışlar vs. Ama sözlerini söylemenin bir yolunu bulmuşlar. Biz de doğru bildiğimiz şeyleri söylemenin, paylaşmanın yolunu bulabiliriz. Oyun da bunu güzel anlatıyor. Biz insanları uyandırmıyoruz, bütün o insanlarla birlikte günlük tutuyoruz. Paylaşmaya devam edeceğiz bir şekilde.

Bülent Çolak: Oyunda bununla ilgili bir replik var: “Dostlarımız soruyor, korkmuyor musunuz? Korkmaz olur muyuz,” diyorlar. İnsanlar neticesinde korkuyorlar tabii ki. Fatih’in de dediği gibi, iyi ya da ufak önemli olan derdini anlatabilmek. Cümleyi kaybetmemek, topu düşürmemek, şutu çekmek… Çünküsü şu; içeri atıyorlar, bu kadar basit. İçeri atarlarsa sen eylemine devam edemezsin. Biz onlarla kıyaslanamayız tabii, konjonktür de değişik… 1946’lardan bahsediyoruz, 2019’dayız, değişik bir siyasi iklimdeyiz ama dert aynı dert.

E.A: Biz bu oyunla şunu tam layığıyla anlamaya çalışıyoruz. Bu memleket çocuklarını niye sevmiyor arkadaş? Anlatmak değil, bizim derdimiz tamamen anlamak üzerine kurulu. Bu oyun bu nedenle biraz da gönül borcu. Memleketi için düşünen, konuşan, üreten bir kuşak neden sevilmemiş?

B.Ç: Bizi bitiren şey hamaset. Bundan kurtulmamız lazım. Beraber yaşama kültürünü oluşturmamız lazım. Bu tarz fanatik düşüncelerin istediği zaten toplumların büyük reaksiyon göstermesi, sonrasında terör eylemlerinin olması vs. vs. Bunların izahı yok. Aziz Nesin’in dediği gibi izahı olmayınca da mizah yapıyorsun. Bu güzel bir savunma aracı oluyor o zaman.

Televizyon ve popüler kültürün, tüketimi hızla körüklediği günümüz toplumunda “tiyatro” daha bir önem mi kazanıyor veyahut tam tersi mi?

E.A: Biri demiş ama hatırlamıyorum: Kötü niyetli bir taş altın bir kâseyi kırabilir. Bu ne taşın değerini artırır ne de altın kâsenin değerini düşürür. Bence güzel laf. Ben tiyatronun hiçbir şekilde borsavari hareketler gösterdiğini düşünmüyorum hayatın içerisinde. Tiyatro sabit duruyor, altın bir sanat dalı. Bunun karşısına kim çıkarsa çıksın zamanın girdabında boğulmaya mahkûm. Çünkü insanın doğuşuyla ortaya çıkan, insanı oluşturan bir sanat dalından bahsediyoruz. Su yolunu bulur, tiyatro işine bakar.

F.K: Bunun dışında şöyle bir manzara çıkması sevindirici: Eskiden birkaç ses çıkıyor gibiydi, şimdi çoksesli bir duruma doğru gitmeye başlıyor. Senin söylemiş olduğun popüler kültür meselesinde tiyatroda da böyle davrandığımız oluyor ama iki üç kişi bir araya gelen, kendi seslerini başka yönden çıkarmaya çalışan arkadaşlar da oluyor. Duyuruları yapacağımız mecralar değişti. Eskiden bilmem ne gazetesine reklam veremezsen kimse senden haberdar olamazdı. Şimdi bir şekilde duyuluyor. Sosyal medya buna yardımcı, izleyenler kendi arasında duyuruyor. Daha fazla insan bir şeyler yazmaya, üretmeye çalışıyor. Bu şu; harikayız, tiyatro acayip bir yere gidiyor, demek değil ama bu tohumların başka fidanlar çıkaracağını hissediyorum.

E.A: Bir araba markasının 1969 yılında bir reklamından örnek vereyim: “Hiçbir yarışta kaybetmez çünkü kimseyle yarışmaz.” Bu tiyatro sanatı için birebir geçerli. Yapan yapsın, gelen de geliyor. Bugün yine kapalı gişeyiz işte. 🙂

B.Ç: Kitle iletişim araçlarına çok da ihtiyacınız olmuyor. Sinema gibi büyük büyük pahalı aletlere ihtiyacınız yok. Dünyanın en analog sanatı bu. İnsana ihtiyacın var. Oysa sinema yapmak için elektriğe ihtiyacın var, mısıra ihtiyacın var, cola’ya ihtiyacın var… Bir gün gelir de başka gezegene gidersek, bir dünya oluşturursak, orada sinema yapacağımızın bir garantisi yok ama hep beraber tiyatro yapabilir, dans edebiliriz.

E.A: Fakat ne dans ederiz be…

Kübra Yeter
diğer yazıları