yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

BİRAZ ORMANDA SAKLANACAĞIM: DOZ AŞIMI

YETGÜL KARAÇELİK

Her yıl düzenlenen Sennur Sezer Emek-Direniş Şiir ve Öykü yarışmasında bu yıl, öykü dalında ödüle layık görülen çalışma Hıdır Murat Doğan’ın Biraz Ormanda Saklanacağım dosyası oldu. Doğan’ın daha önce yayınlanmış “Kütürt” (2017) ve “Soğuk Masal” (2018) isimli iki kitabı var.

Biraz Ormanda Saklanacağım, anlatıcının kendi hikayesini, çocukluk ve sonrası olarak iki döneme ayırarak yer verdiği öykülerden oluşuyor. Kaba bir deyişle öykülere otobiyografik öyküler diyebiliriz ancak kahraman/anlatıcının başından geçenler Türkiye gerçeğine dikkat çekiyor. Çünkü bir coğrafyanın parçası olmak, o coğrafyada yaşamak sonradan mekan ve yer değişse bile değişmeyen bir alınyazısına dönüşüyor.

Çocukluk, içinden geçilen zamanının biraz öncesiyle de kuşatılan bir olgudur. Dedenin, anneannenin, babanın, annenin geçmişinden de izler taşır. Çünkü öncesi, şimdiki zamanı ve sonrasını belirler. Öykülerde geçen çocukluk, salt anlatıcının değil, anlatıcıyla birlikte aynı yer ve zamanda yaşayan diğer çocukları da anlatır. Çocuklar, yaş aldıkları için büyümüyorlar, tanıklıkları daha doğrusu karşılaşmalar onların çoktan büyümüş olduklarına işaret ediyor. “Dedemin Kör Atı Vurduğu Gün” adlı öyküde metaforik düzlemde Pia’nın artık ölmesi gerektiği dedenin kararıyken, eril düzlemde babanın ve babayla birlikte köyde yaşayan erkeklerin tutuklanıp işkenceden geçirilerek tutuklanması da başkasının, başka bir babanın (devlet) otoritesini işaret eder. Çocuklar için çocukluğunu yaşamak toprak futbol sahasından ibarettir. Acının ya da kaybetmenin çocuk dünyasında kendine has bir dili vardır; toprak futbol sahası sessizleşir, topun havalandırdığı toz bulutları sahanın üstüne çöker. Çocuklar olan biteni kendi aralarında konuşmazlar, karar alamazlar ama onların da o anda fark ettikleri şey “oyun”un daha doğru maçın çoktan bitmiş olduğudur. Argo bir deyimle, iyi kaleci olmadıkları için, karşı takımdan sağlam bir gol yedikleridir. Sonra ne oldu sorusu zihinlere takılır. Anlatıcının deyimiyle paylaşılacak bir şey kalmamıştır. “Doz aşımı diye bir şey vardır yerkürede” ve bu doz aşımı, sohbetleri, sevinçleri, güzellikleri bitirir. Çocuk/çocukluk bütün olup bitenleri görüyordur. Bu durum diğer taraftan “çürümeyi” de çağrıştırır. Ve sonuçta insan insanın küf kokusudur. Bütün olup biten budur.

Öykülerin geçtiği zaman dilimi 2000’li yıllara kadar uzanır, ancak sözünü ettiğimiz çocukluk, erken büyüme zamanı 90’lı yıllara rastlar. Bu durum diğer taraftan bir dönem panoramasıdır. Tutuklamalar, işkenceler, sürgünler, yoksulluk ve yoksunluk kol gezerken televizyon hiç olmadığı kadar hayatımızın içindedir. Televizyon ekranında, kurgulanmış rengârenk filmlerin yanı sıra, bol eğlenceli programlar da yer alır. Ekranın içinde olup bitenler “gerçek”liğin yerini tutar. Bu durum, reel yaşamda karşılaştığımız olağanüstü olayların film gibiydi, tanımıyla ifade edilmesini çağrıştırır, çünkü 1993 yılında Madımak Oteli’nde yakılarak katledilen insanları bir kesim kokuyla, dehşet içinde kalarak naklen izlerken, bir kesim de o yıllarda ve sonrasında da sadece seyretmişti. İzlenilen bu katliam, televizyonda ya da sinema salonlarında izlenilen filmeler gibi etkisini insan ruhunda yitirmişti. Ancak “sıradan kötülük” insanlığın ruhuna kara bir leke olarak çalınırken, travma olarak da yarına aktarıldı. Madımak Katliamı, “Sivas deplasmanı” adlı öyküde, televizyondan izlenilir, “Annem kapıyı açtı. Ağlıyordu. Hatta şişmiş göz torbaları, sahanlıkta parıldadı. Bir şey demeden oturma odasına gitti. Arkasından koştum. ‘Ne oldu?’ dedim. Sustu. Televizyona baktı. ‘Hiç’ dedi. Büyük dayımın Almanya’dan getirdiği Grundig’in ekranına baktım. Bağrışan adamlar gördüm. Kötülükle o gün tanıştım. Annemi ağlatan kötülükle. içimi daraltan kötülükle. Sabretmeyi öğreten kötülükle. Bulanık bir görüntüde koca bir kalabalık, darmadağın edilmiş bir camekana doğru dönüp hırçınlaşıyor, yumruklarını kaldırıp indiriyor, baş döndürücü bir vurguyla ve aynı ritimle bağırıyordu. Sonra alevler çıktı ortaya. Önce kırık camdan dışarı çıkmış bir perde tutuştu. Sonra tüm ekran. Televizyondaki görüntü tekrar tekrar dönüp durdu. ‘Allah’ım bu senin ateşin işte!’ dedi içlerinden biri. Bir diğeri ‘Cehennem ateşi işte!’ diye yanıtladı gürültünün arasında. Madımak Oteli yanıyordu ve annem hüngür hüngür ağlıyordu.”

Sonsuz zamana uzanan bu tarihsel olay, hiç kuşkusuz o döneme tanıklık etmiş milyonlarca çocuk için unutulması, atlatılması imkansız bir olaydı. Çünkü dönem siyasi şiddet içeren çağrışımlarla yüklüdür; Almanya’dan gelen Grundig marka televizyon da Türkiye’den iltica etmek zorunda kalanları (90’lar öncesini) çağrıştırır/anlatır.

Her öykü aslında bütün hikayeyle iç içe geçmiştir; mekan değiştiğinde, öyküler Türkiye’nin sınırlarının dışına taştığında bile Türkiye’den izlekler taşır. Çünkü kimse geçmişi, asıl mekanı geride bırakamamıştır. Başka bir yerde olmak, bütün olanları sırt çantasına koyup götürmek gibidir. Farklı bir ülkede olmak, artık Türkiye’de yaşamamak anlamına gelmez, bir zamanlar kaçıp gitmek zorunda kalanların gözünden karşı kıyıya bakmak gibidir. Hatta fazlası bile vardır. Gidenlerden sonra arta kalanları biriktirirler. Sadece bir Alman Markı farkla daha büyük acılar ister misiniz, Entegrasyon kıraathanesi, Komşumuz Wolfgang, Türklerin valizleri ne kokuyor, Hikâyenin bittiği yer aslında burası değil adlı öykülerde bu izlenimler kolayca görülebilir.

Bu parçalanmışlık, yaşamın bütün alanına sirayet eder. Aşık olmak, baba olmak, arkadaş olmak hep eksik ve yarımdır, bir türlü tamamlanmaz. Çünkü zihin geçmişten bir türlü kopmaz/kopamaz ve böylelikle geleceğin inşası geçmişe takılır her defasında ve tökezleyerek yere düşer. Bu durum anneden kalan reçel kavanozunun yere düşüp dağılmasına, her yanı kirletmesine benzer. Şimdiki zamanın mekanları, “ötekileri” çoktan silip süpürmüştür. Çok katlı şirketlerin en tepesinde olanlar, geçmişi parçalarına ayıranların yeridir artık.

Genel bir değerlendirme yapacak olursak, Biraz Ormanda Saklanacağım öykü kitabı adından da anlaşılabileceği üzere bir direniş sergilemez, üzerinde yaşadığı ölü toprağın yılgınlığı vardır anlatıcının üzerinde. Yorulmuştur, bezmiştir.  Biraz uzaklaşıp, dinlemek, uzaktan bakmak ister. Bu durum, eleştirel bir yaklaşımla, çıkışsızlık ya da yeni kuşak edebiyatçılar açısından umutsuzluk olarak nitelendirilebilir. Kaybetmek, kaybetmiş olmak geçmişin şimdiki toplumsal atmosferle açıklamasıdır. Kim bilir, belki de ormanda biraz saklanmak hepimize iyi gelecektir, dinlenip, dinginleştikten sonra geri döneriz…

diğer yazıları