yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

“Naci en Palestina”

“Filistin’in mücadelesini bilerek büyüdüm ve hep Filistin için şarkı söyledim.”

Emel Mathlouthi, 2023

 

“Naci en Palestina”, Filistin’e ithafen yapılmış bir uyarlama, fakat şarkının aslı “Naci en Alamo” adlı bir Tony Gatlif ve Dionysis Tsaknis şarkısı. Şarkı ilk kez Vengo (2000) filminde kullanılmasıyla tanınmış. Roman halkının/Çingenelerin vatansızlığını, yersiz yurtsuzluğunu ve kültürünü anlatan bir şarkı. “Naci en Palestina”da, Alamo’nun yerini Filistin alıyor. Şarkının bir kısmının Türkçesi şöyle:

“adsız yerlerden geldim / toprağım yok / anavatanım yok / ateşler yakıyorum parmaklarımda / sana şarkılar söylüyorum kalbimle /yürek telim gönül yakıyor / Filistin’de doğdum / yerim yok / toprağım yok / yurdum yok”

Etkileyiciliğinin yanı sıra şarkıya dair en değerli bulduğum şey, İspanya’dan göç eden Çingenelerin uzun tarihine, göç ettikleri farklı coğrafyaların kültürüne ve diline katkılarına, temsillerine, yaşam mücadelelerine, eşitsizliklerine aynı anda gönderme yapabilmesi. Hafızayı geri çağırabilmesi ve mevcut tarihsel-toplumsal bağlamı şimdiki zamanda hep yakalayabilmesi. “Naci en Palestina” hâliyle de şarkının gücü sürmeye devam ediyor. Dahası, Filistin’in onca yıldır süren mücadelesinin belleğine dahil olduğu gibi onu her dinleyişte (ya da bu yazıyla umduğum gibi yeniden düşünüşte) bugünkü duruma dair bir vurgu yapabilmesi. Bu anlamda, yeniden düşünmek üzere ele alınabilecek ilk nokta, Çingenelerin ya da Romanların yersiz yurtsuzluğu ile Filistin halkının yersiz yurtsuzluğunun birbirini hem çağrıştırması hem de birbirinden önemli farklarla ayrılması. Şarkı özelinde geçen tartışmalar, Roman halkının yersiz yurtsuz, göçebe karakterini etnik-kültürel bir özellik olarak ele alırken Filistin halkının mücadelesinde beliren temel problemin yersiz-yurtsuzlaştırma, vatansızlaştırma sürecine maruz kalmaları olduğunun altını çiziyor. İlkinde tarihsel olarak gelişen bir olgu ve kültürel/komünal bir tercih söz konusu iken, ikinci durumda tamamen dayatmacı bir politik şiddet karşısında doğan mücadeleden söz ediyoruz. Aslında basitçe böyle ifade edilen temel farkın bize gösterdiği daha da kritik bir durum var diye düşünüyorum. İki halkı birlikte düşünürken kolaylıkla fark edebileceğimiz ya da yeniden düşünebileceğimiz şey, ilkinde yaşam tarzı olarak beliren yersiz yurtsuzluğun bile tarih boyunca pek çok farklı toplumsal formasyonda sosyal tabakalaşma ve eşitsizlik mekanizmalarının baskılarıyla gündelik yaşamda biçim değiştirmiş oluşu. Yani ilkinde de romantik ve egzotik bir yaklaşımla indirgeyemeyeceğimiz bir kriz hali mevcutken, ki bu yaklaşımlar dışlamanın incelmiş halleriyken, şarkıyı Filistin halkının bugünkü mücadelesini düşünerek dinlediğimizde neler hissedebileceğimizi düşünmeden edemiyorum. Diğer yandan, şarkının götürdüğü başka yerler de var. Şarkının orijinal adı “To tragoudi ton gyfton,” yani çevirisiyle “Çingenelerin Şarkısı”[1] ama en öne çıkan kısmı elbette nakaratı, yani “naci en alamo”. Şarkıyla birlikte anılan dilsel unsurlardan biri de “Naci en Alamo” ile “nais balamo” arasındaki benzerlik. Karşılaştırmalı edebiyat profesörü André Aciman’a göre bu oldukça tekinsiz bir benzerlik çünkü balamo “çingene olmayan” anlamına geliyor ve bu açıdan, “dışarıdan olan, öteki, yabancı” gibi anlamlara da uzanıyor. “Nais balamo” ise “git buradan, balamo” anlamına geliyor. “Nais balamo”nun “nash balamo” şeklinde de telaffuz ediliyor oluşu ise LGBTİ+ hafızasını canlandırıyor. Hem genel ahlak tarafından yersiz ve uygunsuz bulunan hem de bu yüzden yersiz yurtsuzlaştırılan LGBTİ+ bireyler arasında gelişen bir jargon-dil olan ve Yunanca, Bulgarca, Kürtçe, Ermenice, “Çingenece” gibi dilleri harmanlayan Lubunca’da da “balamo” ve “naş/naşlatmak” sözcükleri aynı anlamlarla yer alıyor. Böylece şarkıdan doğan hafızalar ve şarkının katıldığı dayanışmaların öznesi değil, özneleri var.

2023 yılında yapılan X. Ulusal Sosyoloji Kongresi’nin açılış konuşmasında Sibel Kalaycıoğlu, kongrenin temasının neden “krizler çağının toplumsal hâlleri” olarak belirlendiğini açıklarken kriz kavramının tanımını şöyle yapıyor: “Verili koşullarda yerinden edilmek.”  Böylesi geniş kapsamlı anlamı olan krizlere tanıklık ederken Filistin halkıyla birlikte her topluluk, eriyen her buzul, yasaklanan her konser, yok olan her dil ve dahası, mücadelenin ve dayanışmanın öznesi oluyor. Feminist felsefeci Rosi Braidotti de bu çoklu özneliğin yine çağın krizleriyle bağlantılı bir kavramsallaştırmasını yapıyor ve “gözden çıkarılabilir ötekiler” ifadesini kullanıyor. Sorunun kaynağını gelişkin kapitalizmin şizofrenik karakterine bağlayan Braidotti, göçebelik ve serbest dolaşım olgularının pratikte karşıtlıklar biçiminde tezahür ettiğini söylüyor. Enformasyon çağı ismiyle övünen, teknoloji güdümlü bu gelişkin kültürün, aslında sabit bir global kentte yoğunlaşmış bir materyal altyapıdan ibaret olduğuna vurgu yapıyor. Bilginin, metaların, imajların, sermayenin ve belli bir zenginliğe sahip kişilerin dağınık, keyfî ve serbestçe dolaşabilmesiyle, belirlenen sınırlardan çıkamaması, bulunduğu yerde bile özgürce gezememesi, serbest dolaşımın öznesi değil ancak nesnesi olabilmesi, hapsedilmesi, engellenmesi, sansürlenmesi arasında koyu bir zıtlık var. İstediği hâlde yerleşip kök salamayan, yurtsuzlaştırılan ve her an yerinden edilmenin sınırında gezinenle dünyayı dolaşan turist veya özgürce kök salmamayı seçen gezgin arasında da çelişki var. Braidotti makalesinde[2] Vandana Shiva’dan da bir alıntı yapıyor ve aldığı cümle şundan bahsediyor: Bir kesim tüm dünyadan kendi mülkiyeti gibi istifade edebilip ülkesiz ve evsiz şekilde dünya ölçeğinde hareketlilik sahibi iken, diğer bir kesim ise köklenmişlik içinde hareket kabiliyetini yitirmiş şekilde, sığınmacı kamplarında, yeniden yerleşim kolonilerinde ve rezervlerde yaşıyor. Shiva’nın bu ifadesinin geçtiği bölümün[3] adının “global köyde evsiz olma” hâline gönderme yapması, gelişkin kapitalizmin şizofrenisinin ölçekler bakımından da dengesizlik ve aşırılık meydana getirdiğini tekrar gösteriyor. Dolayısıyla Braidotti’nin ve Shiva’nın ekofeminist bakış açısıyla insan olmayan özneleri de dahil ederek dayanıştığı bu çoklu öznenin nesnesi olduğu krizler, dünyanın bir grup için global bir köy veya kent hâline gelebilmesi ve kimlikten, köklerden, zamandan ve mekândan azade olup özgürce dünyaya hatta uzaya yayılma imkânın serpilmesi için ortaya çıkıyor. Şarkıdan ve Filistin’in mücadelesinden doğru vardığım bu noktada, mücadelenin öznesi veya krizin maruz kalan nesnesi olarak gözlemlenmesi gerekenlerin kalabalık bir gözden çıkarılabilir ötekiler topluluğu olduğunu yeniden belirtmek istiyorum.

“Naci en Palestina” ile “Naci en Alamo” arasında kurulan ilişki ve bu ilişkiden dallanıp budaklanan her yol, anı, düşünce, his, söz ve eylem, bu kalabalık özneliği de tekrar tekrar var ediyor. Dinlediğim ilk günden bugüne, yıllardır, ne zaman bu iki şarkıdan birini duysam diğerini hatırlıyorum. Bazen kelimelerin üstünde duruyorum ve diller, kültürler arasında dolambaçlı yollar beliriyor. Yalnızca birkaç söz benzerliğinden yola çıkıp çeşitli anlam dünyalarına dalabiliyorum, farklı bağlamlara işaret eden muhtelif kültürel ögelerle karşılaşabiliyorum. Ya da bugün olduğu gibi, Filistin’in maruz kaldığı şiddetin ekstrem boyutlara ulaştığı durumda, tanıklığın ağırlığının birazını şarkılar da omuzlanıyor gibi hissediyorum. Tekil bir öznenin, tekil bir olayda, tek bir süreçte yaşadıkları şeklinde çerçevelenip haberleştirilen her yaşantı için, bu indirgemenin aksine sürekliliği ve olayların izole olmayışını defalarca kez hatırlamak iyi geliyor. Emel Mathlouthi ve onun seslendirdiği “Naci en Palestina” (“Filistin’de Doğdum”) adlı şarkı üzerine çokça yazı yazıldı. Türkçe dahil pek çok müzik, kültür, politika yazılarının bu şarkıyı ve sanatçıyı ele alma zamanları ise farklı farklı. Kimi on yıl, kimi yirmi yıl, kimi ise iki yıl önce yazılmış. Bugün bu sayıda bu şarkı üzerine ben de bir yazı yazmak istedim çünkü Filistin’in mücadelesinden, güncel şiddetin ve savaş suçlarının ciddiyetinden bahsetmek için yepyeni şeyler söylemek gerekli değil. Belki de bu meselede asıl gerekli olan, tarihsel sürekliliği ve kalabalık özneleri vurgulamak. Aynı şekilde, Emel Mathlouthi’yi, onun politik, çok dilli ve müzik üzerinden katıldığı mücadeleyi, dayanışmayı belki de zaten bilerek okuyacağınız bu yazı vesilesiyle birlikte yeniden düşünebiliriz.

[1] Çingene ya da Roman sözcükleri arasında seçim yaparken ne politik bir kayıtsızlık ne de fazla ihtiyatlılık içinde olduğumu belirtmeliyim. Çingeneler/Roman halkı üzerine olan İngilizce literatürde “Rom, Roma, Romani ve Gypsy” şeklinde farklı sözcükler birbirinin yerini alabiliyor; bunun Türkçedeki karşılığı ise daha sınırlı biçimde iki seçenekli çıkıyor karşımıza. Pejoratif kullanımlar haricinde, Çingene ifadesi kültürel ve komünite olarak sürdürülen yaşam tarzına gönderme yaparken, Romanlar demeyi seçmek genelde tarihsel ve etnik geçmişe gönderme yapıyor.

[2] Braidotti, R. (2014). Writing as a nomadic subject [Göçebe özne olarak yazmak]. Comparative Critical Studies, 11(2-3), 163-184.

[3] Kitabın Türkçe çevirisi İlknur Urkun Kelso tarafından yapıldı ve Sinek Sekiz Yayınları tarafından 2018 yılında ilk basımı yayımlandı.

Bengi Çakmak
diğer yazıları

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir