Özcan Alper’in Erken Kış filmi, taşıyıcı annelik üzerinden şekillenen bir yol hikâyesi gibi başlıyor ama zamanla iki karakterin iç çatışmalarına doğru derinleşen bir yüzleşme anlatısına dönüşüyor. İstanbul’da yaşayan Ferhat ve Handan için taşıyıcı annelik yapan Gürcü-Ukraynalı Lia, doğumdan sonra altı ay boyunca bebek Ada’yla kalıyor; bu süre zarfında kurduğu bağ, onu çocuğu bırakıp gitmekten alıkoyuyor. Lia’nın kızını geri istemesiyle başlayan çatışma, Ferhat’la birlikte çıktıkları yolculukta katman katman açılıyor. Bu yapı, Alper’in Âşıklar Bayramı’ndaki baba-oğul dinamiğini hatırlatırken, Artvin’e uzanan final bölümüyle Sonbahar’ın melankolik atmosferine göz kırpıyor.
Ferhat, annesiyle çözülmemiş meseleleri olan, düzenini terk etmeyecek kadar konformist ama pişmanlıkla yaşayan bir adamken; Lia, hayatının başında, aldığı kararın ağırlığını taşıyan genç bir kadın olarak karşımıza çıkıyor. Film, bu iki karakterin acılarını ilk bakışta eşitliyor gibi görünse de Ferhat’ın edilgenliği ve idealize edilmeyişi bu eşitliği sorgulatıyor.
Alper’in karakteristik kadrajları ve doğayla kurduğu görsel ilişki yine güçlü duruyor; ancak bazı diyaloglar yapaylık hissi vererek bu yoğun atmosferi zaman zaman sekteye uğratıyor. Erken Kış, taşıyıcı annelik gibi etik açıdan tartışmalı bir meseleyi, bireysel pişmanlıklar ve sınıfsal farklar üzerinden işleyerek izleyiciyi hem duygusal hem politik bir sorgulamaya davet ediyor.
SEVME ÜZERİNE BİR MOZAİK
Yönetmen Ziya Demirel’in ikinci uzun metraj filmi En Güzel Cenaze Şarkıları, altı bölümlük trajikomik hikayelerden oluşan bir bütün olarak tanımlanabilir. Her bölüm, hem kendi içinde bağımsız bir kısa film tadı verirken hem de duygusal ve tematik bağlarla diğer bölümlerle örülerek ortak bir anlatıya dönüşüyor.
İlk bölümde Esra Dermancıoğlu’nun canlandırdığı saf ve duygusal bir karakterin annesi ve kız kardeşiyle geçirdiği bir geceye tanık oluyoruz. Kocasını kaybetmiş, yas tutan bir kadın gibi görünse de, gecenin ilerleyen saatlerinde evdekileri uyutup internetten tanıştığı sevgilisiyle konuşan, ilk kez sevildiğini hisseden ya da öyle hissettirilen bir kadın olarak karşımıza çıkıyor.
İkinci bölümde, el kamerasıyla çekilmiş son derece hareketli bir düğün sahnesine konuk oluyoruz. Uyumsuz bir çiftin düğünü, kameranın ritmiyle birlikte absürt bir enerji taşıyor. Üçüncü bölümde ise aynı kameraman gencin sevgilisiyle geçirdiği bir bölüme geçiyoruz. Bu geçişle birlikte dördüncü bölümde ilk bölümdeki kadının aslında bu gencin annesi olduğunu öğreniyoruz. Kadının internetten tanıştığı ve sevgilisi sandığı adam tarafından dolandırıldığını da bu noktada fark ediyoruz.
Beşinci bölümde, kadının kaybettiği kocasının doğum gününde oğulları ve aile dostlarıyla geçirdiği bir sahne izliyoruz. Herkesin ölen adamın ardından onu nasıl ve ne için sevdiğini anlattığı bu bölüm, hem absürt hem de duygusal yoğunluğu yüksek bir anlatı sunuyor. Finalde ise Dermancıoğlu’nun karakterini dolandıran adamın hikâyesine konuk oluyoruz. Böylece anlatı, merkezdeki kadının çevresinde dönen bir ağ gibi örülüyor.
Film, ilk bakışta birbirinden kopuk gibi görünen bölümlerle ilerlese de, karakterlerin birbirine olan bağları ve daha derin bir düzlemde “sevmek” temasıyla örülmüş yaraları sayesinde bütünsel bir yapı kazanıyor. Bu bağlamda, yalnızca karakter ilişkileri değil, sevmenin farklı biçimleri —anne-kız ilişkisi, sanal aşklar, otoksik bağlar, yas ve anma ritüelleri— filmin duygusal omurgasını oluşturuyor.
Bazı bölümler yaralı, bazıları absürt, ama hepsi sevmek üzerine kurulmuş. Ziya Demirel, bu parçalı anlatımı eğlenceli ve etkileyici bir şekilde birleştirerek, izleyiciye hem güldüren hem de duygulandıran bir sinema deneyimi sunuyor.



