yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

DURUM BİRAZ DAHA KARIŞIK: BİYOLOJİK ZEKÂ VE YAPAY ZEKÂ

18. ve 19. yüzyıl yeni buluşlarıyla tarihin kavşağı olarak kabul edilmiştir. Bir yandan buharla hareket eden makinelerin bulunuşuyla hızlanan sanayi devrimi, bir yandan da Claude Bernard’ın ilkelerini ortaya koyduğu deneysel tıp, insanlığın tarihte büyük bir virajı almasını sağlamıştır. Edebiyat, sanat, şiir, felsefe ve bilim, tarih boyunca birbirini besleyen ırmaklar olmuşlardır. 18. ve 19. yüzyıllar, bu ırmakların birlikte aktığı dönemlerdendir. Emile Zola’nın, Claude Bernard’ın Deneysel Tıbba Giriş kitabındaki gözlemi ve determinizmi açıklayan kuramından hareket ederek, deneysel romanın ilkelerini ortaya koyuşuyla, bilimin edebiyata direkt etkisinden söz edebiliriz. Hatta Emile Zola Deneysel Roman adlı eserinde, Claude Bernard’ın tıp kitabında hekimin üzerini çizin, yerine romancı yazın, ifadeleriyle bu direkt ilişkiyi açıklamıştır. Bilimle edebiyatın döneme özgü yakın akrabalığı, romancıya tarafsız ve toplumun daha geniş katmanlarına uzanan bir gözlem olanağını anımsatmış. Böylelikle yaşamdaki çeşitlilik, çelişki ve eşitsizlik, edebiyatın daha güçlü bir biçimde meselesi haline gelmiştir.

“DURUMLAR SENİN DÜŞÜNDÜĞÜNDEN DAHA KARIŞIK.”

Milan Kundera, Roman Tekniği adlı kitabında, romanın bilgeliğini “belirsizliğin” bilgeliği olarak tanımlarken, sırf bu nedenle bile romanın totaliter tek gerçekçilikle bağdaşmadığını söyler. Bu yanıyla da edebiyat ve bilim birbiriyle akrabadır. Kundera, romanın okuyucusuna “Durumlar senin düşündüğünden daha karışık,” diye fısıldadığını yazar. Her bir romanın… Modernitenin kavşağında, yine Kundera’nın ifadesiyle, nasıl, “Don Quijote evinden çıktı ve artık dünya tanınmayacak hale geldi. Dünya ilahi yargıcın yokluğunda birden kuşku verici bir bulanıklığın içinde kaldı; tek ilahi gerçek, insanların paylaştığı yüzlerce görece değer halinde parçalandı.” Belirsizlik çağı olarak adlandırılabilecek olan günümüzde de, bir kez daha, hem roman, hem bilim, hem felsefe, “durumlar senin düşündüğünden daha karışık,” diyor. Aslında 1969’da Neil Armstrong’un ayda ilk adımını atışından itibaren, felsefeci de romancı da bilim insanı da farklı bir boyutla karşılaşmıştı: üst bakış ya da edebiyatın bilgisiyle yazarsak, üst kurmaca. Dünyaya dışarıdan bir insan tarafından ilk kez bakılmıştı. Bu bakış, post-modernitenin de katalizörlerinden oldu. Post-modernist bakışla birlikte, gerçekle kurmaca arasındaki sınırın belirsizleşmesiyle birlikte hakikat arayışına da yönelim artmıştı. Başka bir deyişle, sahici olanın ne olduğuna ilişkin merak… Ancak, bilimde arttırılmış gerçeklik gibi yöntemler hakikate erişimde gözlem olanağını arttırmak için tasarlanırken, gerçek ile gerçek olmayan arasındaki belirsizliği ironik olarak bir kez daha ortaya koyuyordu. Dahası, bulutsu ortamda, şu soru da sorulabilirdi: Gerçekten gerçeğe ihtiyacımız var mı? Tam bu soruların sorulduğu ve yanıtlarının ateşli tartışmaları doğurduğu günlerde, yani son yıllarda, Amerika Birleşik Devletleri’nin yeni başkanı Donald Trump’ın danışmanı, Trump’ı savunurken, siyasete yeni bir kavram olan “alternatif gerçekleri” kattı. Muhalefet, “alternatif gerçek” denen şeyin, açıkça “yalan” olduğunu söylerken, hakikat bir kez daha distorsiye ediliyordu. Peki, siyaset alternatif gerçeklerden söz edecekse, retoriğin etik bileşeni ne olacaktı? Dahası siyasetçiler, retoriğin sadece pathos bileşeniyle alternatif gerçekler ya da coşkulu hikâyeler anlatacaksa, aynı kitleye, edebiyatçılar ne yazacaktı… Bu tartışmalar bir yandan alevli bir biçimde sürerken, diğer yandan da genetik evrimin hızlandığı bir dönemin eşiğinde olduğumuz gözler önüne seriliyordu. Geçtiğimiz yıllarda, CRISPR-Cas9 isimli bir gen düzenleme aracı bulunmuştu. Ardından buluşun etik yönü tartışılmaya başlanmıştı. Özellikle de fetüsün rızası olur mu, sorusunun çerçevesinde… Tartışmalar sürerken, Çinli bir biyofizikçi olan Dr. He, CRISPR-Cas9’u kullandığını iddia etti. Bebekleri HIV’ye dirençli hale getirmek için embriyolar geliştirdiğini söyledi. Embriyoların sağlıklı bebeklere “dönüştüğünü”, belirtirken, bilim insanları hem etik yönden, hem de genlerin birbiriyle etkileştiği gerçeğinden yola çıkarak, Dr. He’nin genetik eylemi karşısında ciddi bir muhalefet barikatı oluşturdular. Bir taraftan genetik evrimin hızlandırılmasıyla, yaşlılığın bir hastalık olduğunu söyleyen bilim insanlarının varlığında, insanlığın ölümsüzlüğe her zamankinden daha yakın olduğu belirtiliyor ve şu soru akla geliyor. Belki de insanlığın elinde kalan tek hakikat olan ölüm de yok olursa, hakikat ve kalıcılığa yönelik arayışın anlamsızlaştığı bir dünyada edebiyatçının konumu ne olacak? Dahası ölümsüzlüğün yok oluşu, homo sapiensin yok oluşu mu demek? İnsanlık farklı bir forma mı dönüşecek? Başka bir taraftan da şu soru sorulabilir. Genetiği düzenlenmiş bebekler, yapaylık sahicilik sarkacının hangi ucunda bulunuyor? Felsefeci Can Batukan’ın Robotizm isimli kitabındaki endişesini paylaşarak sorabilirim: Robotlar, androidler ve sayborglar, makine ile insan arasındaki ayrımı ortaya koyan Turing testini geçtiklerinde, insanların elinde hâlâ felsefe, edebiyat ve şiir kalacak mı? Yoksa insanlar robotlaşırken, Turing testini geçen robotlar en insansı özellikler olan düşünme ve şiir gibi yaratıcı edimlerle mi ilgilenecek? Tüm bu soruların gölgesinde, Kundera’yı bir kez daha hatırlayabiliriz: “Durumlar senin düşündüğünden daha karışık.

GERTRUDE STEİN BİLGİSAYAR MI?

Yapay zekâ tarafından roman ve şiir yazıldığını biliyoruz. Ancak, edebiyat ve şiir kanonu tarafından, bu metinlerin edebi nitelik açısından nasıl değerlendirileceğini, henüz bilmiyoruz. Yaratıcı edimler, insansılığın karakteristiği olarak, görüldüğünden eleştirmenlerin, yapay zekâya sahip robotlara yönelik ön yargılı davranabilecekleri de düşünülebilir. Ancak robotlar da sızma hareketlerini sürdürüyor. Japonya’nın Hakodate bölgesinde bulunan  bir üniversitede geliştirilen yapay zekâ yazdığı romanla, ulusal edebiyat ödüllerinde, binlerce kişiyi geride bırakarak finale kalmayı başardığı haberleri yayılıyor. (Elbette, bu haber, bir yapay zekânın yönlendirdiği sahte metin üreteci tarafından hazırlanmadıysa!)

Avusturyalı yazar, Oscar Schwartz, “http://botpoet.com/” adresli bir site kurarak, kullanıcılara şiirlerin insan tarafından mı, robot tarafından mı yazıldığını soruyor. Hiçbir şiirin yüzde yüzlük düzeyde insan tarafından mı, robot tarafından mı yazıldığı tahmin edilemiyor. Hatta Schwartz, TED konuşmasında, bu deneyi tersten okuyarak, sorular soruyor: Şiir yazmanın insansılık göstergesi olarak kabul edildiği olan bir ortamda, Gertrude Stein’in yazdığı bir şiir yaklaşık yüzde altmış oranında robot tarafından yazıldığı düşünüldüğünde, Stein’a bilgisayar mı diyeceğiz? Yoksa Stein’ın şiiriyle karşılaştırma yaptığımız şiiri yazan robotun öğretilen şiir modellemesini iyi taklit ettiğini mi düşüneceğiz? Ben de bir soru ekleyeyim, edebiyat, şiir ve sanatın mimesisle hiç mi ilgisi yok? Bu makaleyi hazırlarken, ben de Twitter adresimde kullanıcılara bir anket yaptım. Biri şiir üreteci olan bir bot tarafından yazılmış, diğeri şair Michael Benedikt tarafından yazılmış olan şiiri yerleştirdim ve hangisinin yapay zekâ tarafından yazılmış olabileceğini sordum. Anket bir gün boyunca kullanıcıların oy kullanması için aktif kalacaktı. Sonlanmasına birkaç saat kala, yazıma nokta koymak için kontrol ettiğimde, 594 oy kullanılmış olduğunu, oranınsa tam % 50, % 50 olduğunu görüyorum. Bu sonuç, Michael Benedikt’i yüzde elli bilgisayar, anketteki şiiri yaratan robotu da yüzde elli insan olduğunu göstermiyor, Schwartz’la aynı görüşü paylaşarak, şunu söyleyebilirim: Bu sonuç sadece insansılık özelliğinin sınırlarını yine insanların belirlediğini gösteriyor. Bilgisayara hangi algoritmayı öğretirsek, onun ayna yansımasını mükemmel bir biçimde alıyoruz. Biz insansı bir robot yaratmak istersek, onu yaratıyoruz. Ama insansı nedir, buna karar verebildik mi? Dahası bu keskin sınırlar, şiirle bağdaşır mı? Şiir “bütün mümkünlerin kıyısı” değil midir?

YA BU SIRADA, YAPAY SİNİR AĞLARI BAKHTİN İLE KARŞILAŞIRSA!

Şiir aklını bir kenara bırakıp, iktisadi akılla düşünecek olursak, daha hızlı, maliyeti daha düşük ve hata payı daha düşük, bir başka deyişle daha verimli olan yapay zekâya sahip robotların çalışma hayatının her alanında kullanılmasına yönelik olarak insanlığın büyük bir iştah duyduğunu söyleyebiliriz. Böylelikle insanlar çalışma yaşamının angaryasından kendilerini kurtarıp, bu işleri köle robotlara yükleyerek, üst bir sınıf olacaklar ve sanatla, edebiyatla, felsefeyle ilgilenip, hayatları boyunca rüyalarındaki yaşamı yaşayabilecekler. Sizce bu mümkün mü? Turing testini geçebilen bir robot, pekâlâ, geçmediğinin de taklidini yapabilir ve sonsuza kadar testi geçebilmesi için kendisine sunulan şiiri, kurmacayı ve felsefi metinleri okumayı sürdürebilir. Ya bu sırada, yapay sinir ağları Bakhtin ile karşılaşırsa!

Ayşegül Tözeren
diğer yazıları