Édouard Louis, Fransa’da 2014’te yayımladığı Eddy’nin Sonu otobiyografik romanıyla edebiyatseverlerin ilgi alanına girdi ve dikkatleri üzerine çekti. Karşılarında genç, heyecanlı ve hepsinden öte anlatmak isteyen, sorgulayan, sorgulatan, öfkesiyle kaleminin ucunu sivriltmeye başlamış bir yazar vardı. Köşe kapmaca oynayanların yanı sıra angaje bir yazar olduğunu daha ilk romanıyla açık ediyordu. 2016’da Şiddetin Tarihi, 2018’de Babamı Kim Öldürdü’yle birlikte ünü Fransa’nın sınırlarını aşmıştı. Neydi evrensel okuru kendine çeken, neyin özlemi ya da merakıydı? Eserlerini otokurmaca üzerine inşa eden Louis, kendi yaşamını merkeze alarak habitus’un peşinde, şiddetin kökenlerine doğru bir yolculuğa okurla beraber çıkıyordu. Çocukluk ve gençliğine dair hatıralarına ek burjuva zorbalığının, ırkçılığın, homofobikliğin de dökümünü yapıyordu. Büyüdüğü toplumdaki sosyal eşitsizliği ve işçi sınıfının en ilkel yanlarını içeriden bir göz olarak, artısı ve eksisiyle aktarıyordu. Tüm bunlar da dünyanın dört bir tarafından insanın özdeşlik kurduğu metinler olarak karşımızda duruyor. Diğer yandan politik kimliğini açık etmekten de geri durmuyordu. 2018’de Sarı Yelekliler’i destekleyen aydınların başında gelmesi buna bir örnek.
Türkiyeli okur Édouard Louis’yle 2020 yılında Babamı Kim Öldürdü kitabıyla tanıştı. Ardından diğer metinleri de heyecanla beklenen bir yazar oldu. Dosyamızda Louis’ye ve eserlerine değinecek yazılar olması hasebiyle buraları hızlandırayım. Bu yazının dayanağı Nisan 2024’te Ayberk Erkay çevirisiyle Can Yayınları’ndan yayımlanan Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri romanı. Kitabı okuyup bitirdiğimde masamda çokça soru duruyordu. Bu kısacık metin nasıl olur da bunca şey söyler ya da bazı nüansları kaçırır/kaçırmak ister mi… O yüzden bu yazı bir metin eleştirisi veya değerlendirmesi değil aksine bir dertleşme, birlikte düşünme ve çoğalan sorular yazısı olarak da okunabilir.
Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri, kadın olma, annelik, bir evlat olma(ma) hâlleri üzerine birçok duygunun kazınmasıydı. Bize özgürlüğümüzü gün gün kaybettiren eril sistemin/şiddetin içerisinde ruhumuzun nasıl da çekildiğine dair kederli ama umut ışığını bir nebze de olsa yakan bir hikâyeydi.
“Her Şey Başka Türlü Olabilirdi”
Zaman zaman eski fotoğraflara bakarken buluruz kendimizi. Çocukluk fotoğraflarımızda, annemizin gençlik karelerinde kayboluruz… Bu eylemi belki de geçmişimizde kaçırdığımız şeylerin peşine düşmek için yaparız. Neydik, ne olduk, zaman neler götürdü bizden ya da bize neleri verdi? Öncesinde fark etmediğimiz şeyleri bugünümüzden görüp bilince çıkarabilme ihtimaliyle düşeriz bu yolculuğa. Édouard da bu izin peşinde olacak ki metnini aralarken “Her şey bir fotoğrafla başladı. Bu resmin ne var olduğundan haberim vardı ne de bende olduğundan –kim vermişti bana ve ne zaman?”[1] sorusuyla başlıyor anlatmaya. Annesinin yaşadıklarından yola çıkarak bir kadının eril yaşama karşı verdiği mücadeleyi, bu erkek dünyasının ondan çekip aldıklarını, sınıfsal adaletsizliklerin bedeninde ve ruhunda açtığı yaraları ve yok olmaya müsait o kadının tüm bunlara –kısmen de olsa- “yeter” diyerek özgürleşmesini, yer yer günah çıkaran yer yer hak verip anlamaya çalışan bir çizgiden yapıyor.
Bir fotoğraf buluyor Louis. Annesi Monique henüz yirmili yaşlarında. Saçları özenle taranmış, yeşil gözünün feri henüz yerli yerinde, “cilveli bir hâli var.” Onu kırklı yaşlara getiren zamanda ne oldu, bir kadın nasıl başka bir bedene büründü? Louis ilk bunu soruyor: “Ben doğmadan önce özgür –ve mutlu- olduğunu unutmuş muydum?” ve devam ediyor: “Bu fotoğrafı görmek bu yok edilmiş yirmi yılın doğal bir şey olmadığını, ondan bağımsız dış güçlerin -toplum, erillik, babam- eylemlerinin bir neticesi olduğunu hatırlamamı sağladı, demek ki her şey başka türlü olabilirdi.”[2]
Olduğumuz yaşa gelene kadar büründüğümüz rollerin altında çevremizin, yaşadığımız yerin ve kültürünün emareleri var kuşkusuz. Louis, tüm eserlerinde bu emareleri bu defa annesinin yaşamından bulup gösteriyor bize. Annesi de tıpkı kendisi gibi işçi bir ailenin ferdi. Fransa’da kalabalık bir banliyöde dünyaya gelen, çocukluğunu “ev kadını” bir anne ve fabrikada çalışan üvey babayla geçiren, aşçı olmak isteyen… kısaca hayalleri olan bir kadın. Her şeyin bambaşka olabileceği o yaşta, henüz on sekiz yaşında kendini tıpkı annesi gibi bir “ev kadını” olarak buluyor.
İlk çocuğuna ve yeni yaşamına adapte olmaya çalışırken ikinci bir çocuğu alıyor kucağına. Bunlar yetmezmiş gibi sarhoş koca şiddetiyle de baş etmeye çalışıyor. Günden güne yorgun düşüyor. Boşanmak isteyen her kadının düştüğü bunalım çukurunda debeleniyor: iki çocukla ne yaparım, nereye giderim, nasıl yaşarım… Bu sorular onu her defasında durdursa da daha mı kötüsü olacak deyip bir cesaret bırakıyor her şeyi ve çocuklarıyla beraber “Küçük bir sanayi şehrinin dışında, üst üste yığılmış süpermarketlerle devasa yapı marketlerin yakınındaki bir toplu konuta, kız kardeşinin dairesine” taşınıyor. Şöyle aktarıyor Louis o günleri: “Yirmi üç yaşındaymış, iki çocuğu varmış, oturabileceği bir ev yokmuş, ehliyeti yokmuş, yardımcı olabilecek tanıdıkları yokmuş.”[3]
Yüzler Farklı ama Şiddetin Manzarası Hep Aynı
Her şeye sıfırdan başlayacağına inanan Monique, utanıp sıkılsa da o iki çocuğu hangi akılla yaptığını sorgulamaktan alamıyor kendini. Sonra Louis’nin babasıyla tanışıyor. Bir kaçışın en kılçıksız yolu denebilir. Bugün bile kendi toplumumuza baktığımızda görürüz bunu. Aileden destek göremeyen, patronun sırtına yüklediği yükün altında ezilen, gidecek yeri olmayan, hak ettiği değeri göremeyen o genç kadınlar kaçışı ve özgürlüğü “evlilik” dediğimiz o kurumlarda arıyor. Monique’de de durum farksız. “Onun için kaçışın tek yolu başka bir adam bulmak”tan geçiyor. Âşık olup evleniyor, çocukları dünyaya geliyor ama grafiğin eğrisi asla yukarı doğru seyre çıkmıyor, aksine dibe vurmaya çok yakın.
İkinci evliliğinde de aynı manzara. Sürekli şiddetin odağında; bedenine, ruhuna yapılan hakaretler, ekonomik zorluklar, yapamazsın edemezsinler… Üstelik artık iki çocuklu da değil. Louis de aileye ekleniyor. İşe gitmek, çalışmak ve içmek dışında bir katkısı olmayan kocasıyla, haylaz ipe sapa gelmeyen büyük oğlu ve kızıyla… kimliğinden dolayı zorbalanan ve annesinden kaçan eşcinsel çocuğuyla daha da zorlaşıyor hayat. Aralarındaki iletişim gün günden kopuyor, yoksulluğun, adaletsizliğin içinde herkes kendi dünyasında eziliyor da eziliyor. Hiçbirinin yüzünden eksilmiyor keder. İnsanca yaşamıyorlar, o eşit, herkesin birbirini anlayabildiği dili bir türlü bulamıyorlardı.
Louis, büyüyüp evden ayrıldıktan sonra annesi de kaldıramıyor bu biçimi. Büyük oğlu hayatındaki adamların bir benzeri, kızı annesinin kaderini yaşamakta… Monique’nin o gençlik ateşinden kırıntı kalmamış derken bir defa daha yeter diyerek eşinden ayrılıyor. Bu sefer gerçekten yeni bir hayat kurmak istiyor. Yapıyor da… Sosyal hizmetlerde bir lojman buluyor kendine, iş arıyor, çocuklarının yanında olmayı sürdürüyor derken onu Paris’e başka bir dünyaya yolculayacak o tanışma gerçekleşiyor. İki defa silleyi yüzünde hissetmiş Monique, bu sefer daha özgüvenli: bir daha hata yapmak yok. Diğer yandan bu zamana kadar queer çocuğu Louis’den görmediği desteği tersten kurdukları ilişki sayesinde hissediyor belki… Ve başarıyor, tek başına ayaklarının üstünde durup yeniden yürümeyi öğreniyor yavaştan.
Edebiyata Karşı Yazmak
Peki Louis tüm bunları niye ve kime anlatıyor, hangi çizgide duruyor, kime yakın, kimin tarafında?
Yazar konuşan kimsedir, der Sartre, gösterir, ortaya koyar, buyurur, yadsır, çağırır, yalvarır, hakaret eder, inandırır, araya sokuşturur. Edebiyat Nedir’de denemelerinin arasına “Hangi amaç uğruna yazı yazıyorsun? Ne gibi bir işe giriştin ve neden bu iş yazmayı gerektiriyor?”[4] sorularını yerleştirir. Louis de bu kitabına kadar çokça eleştiri almıştır kuşkusuz, sınıf düşmanı olduğu, ayrıcalıklı bir konumda yazdığı veya edebiyatın bu kadar sık tekrarı kaldırmayacak olması vs. vs.
Röportajlarında bunlara bıkmadan usanmadan yanıtlar üretmeye çalışsa da annesini anlattığı kitabında araya giriyor aslında kendi manifestosunu da başlatmış oluyor: “Bana edebiyatın gerçeği izah etmeye çalışmaması, sadece onu resmetmesi gerektiği söylendi, ben de onun yaşamını izah etmek ve anlamak için yazıyorum. (…) Bana edebiyatın duyguları vitrine çıkarmaması gerektiği söylendi, ben de bedenin ifade edemediği duygular fışkırsın diye yazıyorum. (…) Çünkü artık biliyorum ki edebiyat adını verdikleri şeyi, onunki gibi yaşamlara ve bedenlere karşı inşa ettiler. Çünkü artık biliyorum ki ona dair ve onun yaşamına dair yazmak, edebiyata karşı yazmaktır.”
Louis hem imzasını attığı metinlerinde hem de röportajlarında verdiği mesajla egemen sınıfın görmezden gelmeyi tercih ettiği bir kesimi ısrarla göz önüne çıkarmak istediğinden bahseder. Fakat Louis’nin sınıfa yaklaşımı ve oradan “sıyrılmanın” koşullarına yaptığı önermelerde içime sinmeyen yerler var.
Yeni bir dil yaratmaktan bahsediyor Louis, bu son zamanlarda “solda yeni bir dil bulmalıyız”ı tartışan ülke vatandaşı olarak bize yakın bir tartışma ama nasıl? Annesinin Paris’e taşınıp onu ezen sınıfın mekânlarına gitmesiyle veya araya kaynayıp onlara benzemesiyle yahut şiddeti reddetmeyi öğrenmesiyle yeterli olabilir mi sadece? Barthes’ın “(Biçimsizleşmiş) burjuva kültüründen bir egzotizm kültürü olarak keyif almak mümkün olmaz mıydı?” sorusuna verdiği “Saraydaki ya da Montparnasse Kulesi’nin tepesindeki o akşamlarda onunla paylaştığım şey, bu egzotizmdi,”[5] cevabıyla ele alabilir miyiz? Özgürleşme yolunda bir kadına eşlik edecek ve iyi gelecek şey bu egzotizmde mi gizli gerçekten, yoksa o egzotizmi altüst edip kendi eşitliğimizi kurduğumuz bir dünyada mı? Yahut “tarihte en sonunda belirleyici etken, gerçek yaşamın üretimi ve yeniden üretimi” tanımını da aklımıza olursak burada halihazırdaki yaşamı yeniden üretmiş olmuyor muyuz?
Aleksandra Kollontay Kadın Sorununun Temelleri kitabında tarihsel materyalistlerin, cinsiyet üstünlüğü, kadın ve erkeklerin psikolojik yapıları, beyin büyüklükleri arasında farklar ve neden olduğu sorunları bırakın burjuva akademisyenler tartışsın der. Ve asıl soruna döner, biz ne istiyoruz:
“…tarihsel materyalistler, her cinsiyetin sahip olduğu doğal özgünlükleri tamamen kabul eder ve erkek ya da kadın fark etmeksizin her insanın bütünüyle ve özgür biçimde hür iradesini gerçekleştirebileceği fırsatlara sahip olmasını ve tüm doğal eğilimlerin en geniş anlamıyla yaşanmasını ve gelişimini talep eder. Tarihsel materyalistler günümüzün genel toplumsal sorunundan ayrı bir kadın sorunu olduğunu reddederler. Kadınların ezilmesinin temelini özgün ekonomik sebepler oluşturur; bu süreçte doğal özellikler ikincil faktördür. Bütün bu faktörlerin tamamen yok olması, geçmişte kadınların ezilmesine neden olan bütün güçlerin dönüştürülmesi kadınların toplumsal konumlarını değiştirmenin tek yoludur. Diğer bir deyişle, kadınlar ancak ve ancak yeni toplumsal ve üretici eksenler üzerine kurulmuş bir dünyada tamamen özgür ve eşit olabilirler. Fakat bu, modern düzenin çerçevesi içerisinde kadının hayatına dair kısmi iyileştirmeler yapılamayacağı anlamına gelmez. İşçi sorununun kökten çözümü sadece modern üretim ilişkilerini tamamen yıkıp yeniden inşa etmekle mümkündür; ancak bu durum bizi proletaryanın en acil ihtiyaçlarını karşılayabilecek reformlar için mücadele etmekten alıkoymalı mıdır? Tam tersine, işçi sınıfının her bir yeni kazanımı insanlığı özgürlüğe ve toplumsal eşitliğe götüren yolda önemli bir adımı temsil eder; kadının kazandığı her hak, kadını nihai kurtuluş hedefine yakınlaştırır.”[6]
Louis, başı sonu, köşesi belli durumu biraz daha içsel bir yolculukla açıklamaya çalışıyor. Daha bi’ duygu sağımı gibi… Tartışmak, düşünmek elbette önemli ama çerçevesi belli şeyleri de atlamadan yapılmalı bu. Monique’nin küçük burjuva Angelique’yle arkadaşlığını, Anqelique’nin başlarda her hâliyle kabul ettiği ama sonradan onu ve ailesini kaba bulup iletişimi kesmesini hatırlayalım. Düzen değişiyor mu? Kollantay’ın “İşçi kadın, burjuva kadının amacının bize karşı olan bir toplumsal çerçevede kendi refahını güvence altına almak olduğunu, bizim amacımızın ise bu köhne, miadını doldurmuş dünyanın yerine evrensel emeğin, yoldaşça dayanışmanın ve sevinçli özgürlüğün oluşturduğu yeni dünyayı yaratmak olduğunu unutmaz ve unutmamalıdır,”[7] dediği gibi o egzotizm sularında yüzmeden önce bi’ dönüp bakmak ve kendimize bir şeyleri hatırlatmak gerek gibi geliyor bana…
Tüm bunları aklımızda tutunca Louis’nin o sivri ve açık dilinin yanında bazı şeylerin üzerinden olayları daha yuvarlayan, liberal bir perspektiften düze çıkarmak istemesi ve önermeleri şaşırtıcı geliyor. Keza söylemleri de metinlerindekinin aksine daha keskin ama masanın bir ayağı yere değmiyor. Sanat ve Siyaset Konuşmaları’nda Ken Loach’la sohbetinde topluluklar meselesinin çözümünü moderniteyle aşmaktan bahseder misal. “Topluluklar meselesinin çözümü burada saklı olabilir. Demek istediğim, mesela internet. İnternet verili topluluklardan ziyade seçilmiş topluluklar yaratmaya imkân sağlıyor: Tüm dünyadan uzak, küçücük bir kasabada büyüyen insanlar, internet üzerinde bir eşcinsel topluluğun parçası olabiliyor ya da aynı tutkuyu paylaşan insanlar birbirleriyle bu şekilde bağ kurabiliyor… (…) fakat ben bir birey olarak, istediğim takdirde topluluğumu terk etme ya da reddetme hakkına da sahip olmak istiyorum; belki modernite, her şeye rağmen, bunu mümkün kılar.”[8] Buna dair tespitlerinde haklı olduğu yanlar vardır kuşkusuz ama Ken Loach’un “insan ancak kendini güvende hissederse cömert davranır (…) İster şehirde ister kırsalda olsun, hoşgörü zihniyetini ancak somut bir güvence hissiyatı doğurur,”[9] cevabı insanın değişmesi gereken yaşam standardına yani “ekonomik koşullarına” işaret etmektedir. Kendimizden yola çıkalım, eğer eşit bir düzende yaşıyor olsaydık, barınmadan kimliklerimize kadar… bu denli dövüşüyor olur muyduk? Ya da Louis’nin yaptığı gibi düşünelim, hayatımızı (her kim, ne ve hangi canlı olursak olalım) biraz makyajladığımızda dertlerimiz bitiyor mu gerçekten, yoksa üzerimize değen bir damla yağmurla başa mı dönüyoruz…
Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri’nde aklıma yatmayan diğer bir mesele de “taşra şiddeti” ve “şehirli şiddeti” farkı. Louis gibi şiddetin derinlemesine peşine düşmüş bir yazarın yaptığı bu kıyas bir okur olarak içime sinmiyor açıkçası. Louis’nin annesi üzerinden yaptığı ayrıma bakalım: “Yanından ayrıldığımdan beri yaşamında sadece şiddete tanık oluyordum. Yeni dünyamda kadınlara, anneme ya da kasabadaki diğer kadınlara davranıldığı gibi, davranılmış olduğu gibi davranılmıyordu.”[10] Çünkü bulunduğu yerde kadına hakaret eden biri ya da gözü mor kadın görmemiş. Ve ekliyor: “(Elbette Amiens’deki kadınlar da şiddete uğruyordu, fakat aynısı değildi, hem öyle bile olsa sistematik bir biçimde gerçekleşmiyordu.)”[11] Gerçekten oturduğumuz rahat koltuklardan bunu böyle açıklayabilir miyiz? Herkes kendi yaşamını düşünse bunun böyle olmadığını, aksine her bir kadının sistematik olarak şiddetin başka başka biçimleriyle karşılaştığını görebilir. Ama kocasından, ama çocuğundan, ama patronundan, ama arkadaşlarından, ama yolda yürürken, ama lüks bir kafede müşteriyken veya emekçiyken… Şehirlerde sadece taşrada olduğu kadar iç içe değiliz, görmüyoruz, duymuyoruz ama her şey bir o kadar yanı başımızda.
Son Olarak
Soruları bırakıp Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri’ne dönersek, bu kitap Louis’nin edebi portresinde bir öncekilerden ayrı bir yerde duruyor, bana kalırsa. Hem okura hem de doğrudan annesine karşı kurduğu anlatım dili önemli. O dili anlatıdan koparıp roman kategorisine alan ise otokumarcadaki ustalığı kuşkusuz. Olayların sırasını parçalaması, metnin bütününe kronolojiyi bozarak yerleştirmesi ve olay takibini okura yaptırması ağzımızda keyif veren bir tat bırakıyor; edebi zevk. Umutlu bir hikâye anlatmak isterken yaşamın acımasız gerçekliğiyle kederi işliyor.
Sınıfın gerçekliğini dert edinen, görünmeyenleri ortalığa saçmaktan korkmayan, bunu edebiyatın duvarlarını yıkarak yapan ve cümleleriyle okuma zevkimizi katmerleyen yazarlara ihtiyacımız var, doğru. Halının etrafından dolanmadan, doğrudan yazan, “sanat yıkıcı olmalıdır!” diyen Ken Loach tadında aydınlara ihtiyacımız var. Louis de onlardan biri. Fakat savrulmamak da önemli sanki. Yanlış önermelerden, çıkarımlardan kaçınmak… Asıl meseleden uzaklaşıp derede boğulmamak adına… Babamı Kim Öldürdü’nün kapanışı gibi… hepimiz için ve her alanda “galiba bir devrim şart.”
[1] Édouard Louis, Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri, Çev: Ayberk Erkay, Can Yayınları, Nisan 2024, sf. 9
[2] Édouard Louis, Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri, Çev: Ayberk Erkay, Can Yayınları, Nisan 2024, sf. 10
[3] Édouard Louis, Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri, Çev: Ayberk Erkay, Can Yayınları, Nisan 2024, sf. 19
[4] Jean-Paul Sartre, Edebiyat Nedir, Çev.: Bertan Onaran, Can Yayınları, Kasım 2008, sf. 30
[5] Édouard Louis, Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri, Çev: Ayberk Erkay, Can Yayınları, Nisan 2024, sf. 19
[6] Aleksandra Kollantay, Kadın Sorununun Toplumsal Temelleri kitabından çevrilmiş pasajlar. Çeviri: Bahar Tümer. İlk erişim 18.07.2024 https://gelenek.org/kadin-sorunun-toplumsal-temelleri-efn_note-https-www-marxists-org-archive-kollonta-1909-social-basis-htm-yayinlanmis-metnin-cevirisidir-efn_note/#easy-footnote-1-19640
[7] a.g.y
[8] Sanat ve Siyaset Konuşmaları, Ken Loach, Édouard Louis, Çev.: Ayberk Erkay, Tellekt, Mart 2024, sf. 18-19
[9] a.g.e., sf. 19
[10] Édouard Louis, Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri, Çev: Ayberk Erkay, Can Yayınları, Nisan 2024, sf. 58
[11] a.g.e., sf. 58



